31 Ocak 2008 Perşembe

BİR GARİP ERGENEKON

Emin PAZARCI
Bugün Gazetesi 28 Ocak 2008 Lafı evirip çevirmeden hükmümüzü en başından verelim. Eğer "Derin Devlet" dedikleri buysa, biz boşa ürkmüşüz. Yıllardır bir balon gibi şişire şişire kendimiz büyütmüşüz.
Bizim medyanın "Derin Devlet" diye takdim ettiği Veli Küçük ve arkadaşlarının oluşturduğu "Ergenekon Örgütü"nden söz ediyorum. Sözde, Cumhuriyet Gazetesi'ni onlar bombalamıştı. Danıştay saldırısının arkasında onlar vardı. Hrant Dink suikastı ve Rahip Santaro cinayetini işleyenlerin "büyük ağabeyleri" de bu örgütün içindeydi. Hatta, Ankara'nın göbeğinde yakalanan bombalı PKK minibüsü de Ergenekon Örgütü'ne aitti. Senaryo üzerine senaryo üretildi...
Veli Küçük ve arkadaşları, neredeyse Türkiye'deki bütün faili meçhul olayların sorumlusu olarak gösterildi. Basın olayı öyle bir sundu ki, herkes bütün Türkiye'nin ayağa kalkacağını düşündü. Sonuçta, tek bir eylem ortaya çıkmadı. Ergenekon Örgütü mensupları, sadece "halkı silahlı isyana tahrik ve silahlı terör örgütü kurmak" suçlaması ile tutuklandı. Aslında sonucun bu olacağı daha başından belliydi... Gazeteler, çelişkili ve kafa karıştırıcı pek çok haberle doluydu. Büyük eylemlerin sorumlusu olarak kamuoyuna takdim edilen örgüt mensupları, aslında zavallı bir konumdaydılar.
Deniliyordu ki: - Örgüt, Nobelli Orhan Pamuk'a suikast yapmak için Glock marka tabanca ve 2 milyon YTL arıyormuş. Bir başkası ise, hedefin Orhan Pamuk değil, Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir olduğunu iddia ediyordu. Vazgeçtik 2 milyon YTL'den...izim "Derin Devlet" bağlantısı kurduğumuz bu örgüt birkaç bin dolarlık bir tabanca bile bulamıyordu!
Ayrıca, neden 1 milyon değil de 2 milyon YTL arandığı sorusu da havada kalıyordu! Yıllardır kafamızda büyüttüğümüz "Derin Devlet" aslında ayaklar altında sürünüyordu! Bir de PKK bağlantısı kurulmuştu ki, olacak iş değildi! Hem örgütün Osman Baydemir'e suikast planladığı, hem de PKK ile işbirliği yaptığı iddia edilebiliyordu.
Diyelim ki "Derin Devlet" bağlantılı Ergenekon aklını peynir ekmekle yedi. Peki, yıllardır Türkiye'nin başına bela olan PKK o kadar mı aptal? Yazılan-çizilenlerde hiçbir mantık yoktu... Ama her türlü atış serbestti! Konu "Derin Devlet" olunca, yazılan senaryolar da örgütün büyüklüğü ile orantılı olmalıydı!
Nihayet görüldü ki, ortada bir eylem yok. Bunlar bir araya gelmişler, sözde "Türkiye'yi kurtarmak için" eylem planları üretmişler. Planlar da sadece düşünce safhasında kalmış. Ayrıca, ne kadar gerçekçi oldukları, ayaklarının yere basıp basmadığı da belli değil.
Polis diyor ki: - Bunlar, provokatif suikastlar düzenleyip, Türkiye'ye kaosa sürükleyeceklerdi. Yetkililer, başka bilgiler de veriyorlar: - Örgüt aylardır takibe alındı. Ancak, telefon diyaloglarının içleri çok dolu değil. Sadece elimizde evdeki aramalarda bulduğumuz bazı belgeler var. Hukuki açıdan durum bu... Tabii, sonuçta kararı mahkeme verecek.
Aslında bu operasyon büyük ölçüde bir gözdağı!.. Ergenekon Operasyonu ile belli çevrelere "ayaklarını denk olmaları" için bir mektup yazıldı. Tutuklamaların ardından da bu mektup gerekli adreslere ulaştı. "Derin Devlet" tartışmaları ile gündeme damgasını vuran Ergenekon Operasyonu'na biraz da bu gözle bakmak gerekiyor!

30 Ocak 2008 Çarşamba

BİR GARİP ERGENEKON

Emin PAZARCI Bugün Gazetesi 28 Ocak 2008
Lafı evirip çevirmeden hükmümüzü en başından verelim. Eğer "Derin Devlet" dedikleri buysa, biz boşa ürkmüşüz. Yıllardır bir balon gibi şişire şişire kendimiz büyütmüşüz.
Bizim medyanın "Derin Devlet" diye takdim ettiği Veli Küçük ve arkadaşlarının oluşturduğu "Ergenekon Örgütü"nden söz ediyorum. Sözde, Cumhuriyet Gazetesi'ni onlar bombalamıştı. Danıştay saldırısının arkasında onlar vardı. Hrant Dink suikastı ve Rahip Santaro cinayetini işleyenlerin "büyük ağabeyleri" de bu örgütün içindeydi.
Hatta, Ankara'nın göbeğinde yakalanan bombalı PKK minibüsü de Ergenekon Örgütü'ne aitti. Senaryo üzerine senaryo üretildi...
Veli Küçük ve arkadaşları, neredeyse Türkiye'deki bütün faili meçhul olayların sorumlusu olarak gösterildi. Basın olayı öyle bir sundu ki, herkes bütün Türkiye'nin ayağa kalkacağını düşündü. Sonuçta, tek bir eylem ortaya çıkmadı. Ergenekon Örgütü mensupları, sadece "halkı silahlı isyana tahrik ve silahlı terör örgütü kurmak" suçlaması ile tutuklandı.
Aslında sonucun bu olacağı daha başından belliydi... Gazeteler, çelişkili ve kafa karıştırıcı pek çok haberle doluydu. Büyük eylemlerin sorumlusu olarak kamuoyuna takdim edilen örgüt mensupları, aslında zavallı bir konumdaydılar.
Deniliyordu ki: - Örgüt, Nobelli Orhan Pamuk'a suikast yapmak için Glock marka tabanca ve 2 milyon YTL arıyormuş. Bir başkası ise, hedefin Orhan Pamuk değil, Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir olduğunu iddia ediyordu. Vazgeçtik 2 milyon YTL'den...izim "Derin Devlet" bağlantısı kurduğumuz bu örgüt birkaç bin dolarlık bir tabanca bile bulamıyordu!
Ayrıca, neden 1 milyon değil de 2 milyon YTL arandığı sorusu da havada kalıyordu! Yıllardır kafamızda büyüttüğümüz "Derin Devlet" aslında ayaklar altında sürünüyordu!
Bir de PKK bağlantısı kurulmuştu ki, olacak iş değildi! Hem örgütün Osman Baydemir'e suikast planladığı, hem de PKK ile işbirliği yaptığı iddia edilebiliyordu.
Diyelim ki "Derin Devlet" bağlantılı Ergenekon aklını peynir ekmekle yedi. Peki, yıllardır Türkiye'nin başına bela olan PKK o kadar mı aptal? Yazılan-çizilenlerde hiçbir mantık yoktu... Ama her türlü atış serbestti! Konu "Derin Devlet" olunca, yazılan senaryolar da örgütün büyüklüğü ile orantılı olmalıydı!
Nihayet görüldü ki, ortada bir eylem yok. Bunlar bir araya gelmişler, sözde "Türkiye'yi kurtarmak için" eylem planları üretmişler. Planlar da sadece düşünce safhasında kalmış. Ayrıca, ne kadar gerçekçi oldukları, ayaklarının yere basıp basmadığı da belli değil.
Polis diyor ki: - Bunlar, provokatif suikastlar düzenleyip, Türkiye'ye kaosa sürükleyeceklerdi. Yetkililer, başka bilgiler de veriyorlar: - Örgüt aylardır takibe alındı. Ancak, telefon diyaloglarının içleri çok dolu değil. Sadece elimizde evdeki aramalarda bulduğumuz bazı belgeler var. Hukuki açıdan durum bu... Tabii, sonuçta kararı mahkeme verecek.
Aslında bu operasyon büyük ölçüde bir gözdağı!.. Ergenekon Operasyonu ile belli çevrelere "ayaklarını denk olmaları" için bir mektup yazıldı. Tutuklamaların ardından da bu mektup gerekli adreslere ulaştı. "Derin Devlet" tartışmaları ile gündeme damgasını vuran Ergenekon Operasyonu'na biraz da bu gözle bakmak gerekiyor!

29 Ocak 2008 Salı

Fethullah MüslümanDeğil,Bahailerin lideri"mi?

"Fethullah-Bahaîlik ilişkisi Semih Tufan Gülaltay, İleri Yayınları’ndan çıkan “Fethullah Müslüman mı” kitabında Fethullah Gülen’i farklı bir açıdan inceliyor.
Kendi kaleminden okuyalım: “Bu kitaptaki ana mevzu, Fethullah’ın rejim düşmanlığı ya da ABD adına yüklendiği misyon değil... Ben O’nun İslamiyet’in içine sokulmuş bir Truva atı olup olmadığını sorguluyorum. O bir Truva atı mıdır? Fethullah Bahaîler’in gizli lideri midir? Amaç İslam dinini tahrif etmek midir? Gerçek ve halis müslüman kitlemizi Fethullah’tan nasıl koruyabiliriz? Ve benim için işin en önemli yanı 21. asrın en büyük dinamik gücü olan Türkçü gençliğin Türk-İslam sentezi adı altında kandırılmasının önüne geçme yollarının ortaya konmasıdır...
Nurculuğun Türk milliyetçilerinin sırtına basarak Tevrat ittifakı kurmasının önüne geçmek, Orta Asya’da misyonerlik okulları açarak İngilizceyi Orta Asya’da tek dil haline getirme çalışmalarına artık dur diyebilecek miyiz?

Fethullah’ın birinci gayesi Türk devletini ele geçirmek, ikinci gayesi ise, geçmişin intikamını almak için İran’ı istila edip İran’la harbe girmektir... O, bu operasyonda Turancıları kullanmayı düşünüyor... Bütün Türk dünyasını ele geçirdikten sonra ise önce aldatmaca bir dinler diyalogu oluşturacak sonra da gerçekte bir Tevrat ittifakı olan Bahaîliğe geçiş sürecini başlatarak bütün dünya dinlerini Bahaîlik altında birleştirme sürecini başlatacaktır... Son merhalesi Fethullah’ın “mesih” ilan edilerek dünya peygamberliğine adım atmasıdır...” Kitapta Gülaltay, Fethullahçılığın kökeni İran’a uzanan Bahaîlik tarikatının bir kolu olduğunu ve Gülen’in Bahailiğin günümüzdeki lideri olduğunu iddia ediyor. Gülaltay’a göre, Bahaîlik sıradan bir tarikat veya cemaat değildir. Hatta Bahaîlik İslam içinde bir mezhep de değildir. Bahaîlik, 3 büyük dini, İslamiyeti, Hıristiyanlığı ve Museviliği tek bir pota altında birleştirmeye çalışan bir dinlerüstü mezheptir. İran’da İslam öncesi geleneklerini sürdürmek isteyen ve bu nedenle İslamiyeti diğer dinlerle birleştirmeye ve tahrif etmeye çalışan çeşitli tarikatlara dayanmaktadır. Bahaîliğin ortaya çıkışını 800’lü yıllara kadar götüren Gülaltay’a göre Fethullah’ın Müslümanlık anlayışının ardında aslında kökeni İran’a dayanan bu İslamdışı tarikatlar vardır. Dolayısıyla Fethullah’ın ne kadar Müslüman olduğu sorgulanmalıdır.
Gülaltay kitabında, İran’daki Batınî mezheplerinin her birinin ortaya çıkışını ve birbirini nasıl takip ettiğini anlatıyor ve bu mezheplerin neden İslamdışı sayıldığını örnekleriyle okuyucuya sunuyor. Gülaltay, İran’daki İslamdışı mezhepleri Mazdek’le başlatıyor. Sonra sırasıyla, Hürremiye Mezhebi, Babek, İsmailiye ve Hasan Sabbah, Hurufîler, Cavidaniye, Babilik, Bahaîlik... Gülaltay’a göre bu mezhepler farklı isimler taşımalarına karşın aslında aynı mezhebir devamıdır. Çünkü, sık sık İran Devleti’ne ve Halifeliğe karşı ayaklanan bu mezhepler, başarısız olunca yollarına devam edebilmek için isim değiştirmiştir. Yoksa eylemleri de inançları da farklı değildir.
Bu tarikatların kısa bir tarihin sunduktan sonra Fethullah’ın bu tarikatlarla bağlantısını yapıtlarından örneklerle açıklanıyor. Örneğin Batınî tarikatlarının en önemli özelliği yasak kimliklerini saklayarak takiyye yapmalarıdır. Gülaltay’a göre, Batınîler takiyye yaparak gerçek inançlarını gizlerler, Müslümanlarla kaynaşırlar ve devleti içten içe fethetmeye çalışırlar. Aynen Fethullahçılar gibi... Batınîlerin Kitabün Nur’undan Saidi Nursi’nin Risale-i Nur’una
Öncelikle Batınîler, şeyhlerinin kitabını Kuran yerine kabul ederler. Cavidanîyeler, şeyhleri Fazlullah’ın Cavidannamesi’ni, Babiler ise şeyhleri Muhammed Bab’ın kitabı Kitab-ün Nur’u Kuran kabul ederler. Ne hikmetse, Saidi Nursî’nin Risale-î Nur’u isim olarak ve cemaatin gösterdiği saygı bakımından, içerik olarak, Kitab-ün Nur’a çok benzemektedir.
Türkiye’deki Nurculara göre, Kuran anlaşılması zordur, bu nedenle müritlere Nur Risaleleri önerilir. Risalelere adeta ikinci bir Kuran mualemesi gösteren Fethullah, Gülaltay’a göre bu şekilde Müslümanlığa da aykırı hareket etmiş olmaktadır. Gülaltay, Fethullah’ın şu sözüne dikkat çekiyor: “İlimler sahasında meselenin temel esprisini ise Bedîüzzaman’ın mülahazasında buluruz. Şöyle der o: Allah’ın iki kitabı vardır. Biri kainat kitabı, diğeri Kur-an’ı Kerim.”
Gülaltay’a göre Fethullah Gülen, “Kainat kitabı” derken Risaleleri kastetmektedir. Gülaltay, buna benzer pek çok örneği kitabında veriyor ve Nurcuların Risaleleri öne çıkarmasının nedeninin Kuran’ın geçerliliğini ortadan kaldırmak olduğunu söylüyor.
Fethullah isminin kaynağı Gülen’in kimliğini ele veriyor Fethullah Gülen’in isminin kaynağı da gizli kimliğinin bir başka göstergesi. Gülen’in ismi 1844 yılında İran Şahı’nı öldürmeye kalkışan bir Bahaî fedaisinden gelmektedir: Fethullah Kamî. Fethullah Gülen’in ailesinin İran’dan göçme olduğunu da ortaya koyan Gülaltay, Bahaîlikle bir başka bağlantısını daha ortaya çıkarmaktadır.
Fethullah’ın rumuz olarak kullandığı isimler de eski Bahaî kahramanlara atıftır. Örneğin, “1982 yılının sonlarında DGM savcılığının hakkında başlattığı soruşturmada, Fethullah’m Dahhak kod adını kullanarak kitap yazdığı tespit edilmiş. Bilindiği üzere Dahhak İran mitolojisinde, İran’ı istila edip İran Şahı Cemşit’i testere ile ortadan ikiye böldürten, İran halkına işkenceler, eziyetler yapan bir adammış. İran halkı Dahhak-ı Zalim diye andıkları bu gaddar adamın zulmünden perişan olmuştu.”
Işık evlerinin sırrı: Ev-mabetler Gülaltay, Babilerin ibadet için camiler yerine evleri tercih etmesiyle Fethullahçıların Işıkevleri arasında da bir bağlantı kuruyor: “Babiler, camilere gitmez, cemaatle namaz kılmazlardı. Bunun yerine evlerde toplanmayı tercih ederlerdi.” Ardından Nur evleriyle ilgili Fethullah Gülen’in şu sözlerine dikkat çekiyor: “Bu ışık evlerinin kendine has özellikleri vardır... Yüreği pek, imanı çelik insanların yetiştiği kutsal mekanlardır... Artık geçmişte camide yapılan dini ruhunun müzakereleri bu evlerde biraraya gelinerek yapılacaktır.”
Ve Gülaltay nur evlerinin İslamdışı olduğunu şu şekilde anlatıyor: “Anlaşılacağı gibi Fethullah Gülen, bundan sonra caminin önemli olmadığını söylüyor. Çünkü büyük ustası Kürt Sait de camiye girmezdi. Buradaki amaç ise İslam’ın birliktelik ve cemaat ruhunu yıkmaktır. Kurretü’l-Ayn’ın ve Babi şeyhlerinin vaaz verdiği yerler camiler değildi. Fethullah’ın tabiriyle nur evleriydi. Yine aynı Fethullah, Yeşeren Düşünceler isimli kitabının 164. sayfasında ev-mabet [adıyla] bu ışık evlerini tarif ediyor. Ev-mabet terimi Bahailik dininde mabede verilen addır. Bahailerin mabedlerine ev-mabet adı verilir.” Gülen’den Bahailere gizli övgüler Gülaltay, Fethullah’ın kitaplarında Bahaîlere nısal gizlice övdüğünü de ortaya çıkarıyor. Örneğin, Fethullah’ın Hz. Muhammed’i anlattığı sanılan kimi yazılarında aslında Bahaîlerin lideri Molla Muhammed Ali’yi andığını aktarıyor: “Dostların vefasızlığına, düşmanların ardı arkası kesilmeyen istila ve ifsatlarına uğramasaydı, kim bilir daha neler yapacaktı? Keşke, bu mübarek dünya; duygu, düşünce, anlayış ve hayat felsefesiyle hiç değişmeseydi. Onun yiğitliği, sadeliği ve mertliği bu güne kadar dipdiri kalabilseydi. Keşke O muhteşem saray ve yüksek kasırların altın yaldızlı kubbeleri altında, baygın ve mahmur dolaşan hasım dünyanın, talihsiz insanlarının durumuna düşmeseydi.”
Gülaltay, bu alıntıda önemli bir çelişkiyi yakalıyor: “Yukardaki metinde anlatılan kasır ve saraylar dönemin İran Şah’ının saraylarıdır. Çünkü Hz. Muhammed devrinde Arabistan’da ne kasır vardı ne saray.”
Gülaltay, bu konuda daha pek çok örnek yakalamış. Gülaltay’a göre, baskı ve zulüm gören insan tasvirleri sanılanın aksine Hz. Muhammed dönemi yaşamış Müslümanlar değil, başarısız ayaklanmalardan sonra yurttan yurda göçürülen Bahailerdir. Örneğin, 1868’de Bahaîler sürgüne gönderilir. Fethullah Gülen’in kitaplarında anlattığı ömür boyu süren büyük göç aslında Bahaîlerin sürgünüdür. Gülaltay’a göre bahsedilen göç sanıldığı gibi Mekke’den Medine’ye Hz. Muhammed’in hicreti değildir.
Başka bir yerde ise Fethullah şöyle diyor: “Bir başka defasında da seni kardeşinle konuşmaktan men etmişlerdi. Hani o güne kadar, bir lahza kendisinden ayrılmadığın kardeşinle konuşmaktan... Savaş meydanlarında omuz omuza, yemek sofralarında diz dize oturduğun kardeşinle konuşmayacaktın.” Gülaltay’a göre burada kastedilen de yine Bahai liderleridir. Çünkü Müslümanların tarihinde kardeşiyle konuşmaktan men edilme gibi bir cezalandırma söz konusu edilmemiştir. Halbuki Abdülaziz’in bir fermanında, Bahaullah’ın çocukları birbirleriyle konuşmamaları kaydıyla sürgüne gönderiliyordu. Fethullah’ın uğruna gözyaşı döktüğü işte bunlardır.
Fethullahçılıkla Bahaî inanışları arasındaki paralellikler Gülaltay’ın bulduğu çeşitli paralellikleri şöyle sıralayabiliriz: - Bahaîler cenazelerini İslam inanışının tersine, mermer lahitler içinde gömerler. Saidi Nursî de vasiyetinde cesedinin lahitin içine konulmasını istemiştir. - Bahaîlerde ibadete başlama yaşı 16’dır. Fethullah Gülen de bir kitabında şöyle demektedir: “16 yaşıma kadarki dönemi çocukluk dönemi sayıyorum.” - Bahaîlikte el öptürmek kesinlikle yasaktır. Fethullah Gülen de el öptürme konusunda şöyle diyor: “Fevkalade rahatsızlık duyuyorum. El öptürme prensibim hiç yoktur.”
- Bahaîler, camiye girmez, cemaatle namaz kılmaz. Sadece cenaze namazı kılarlar. Gülaltay’a göre, Fethullah Gülen’in de cenaze namazı dışında camiye girip namaz kıldığını şu ana kadar kimse görmemiştir. - Bahaîlikte kurban kesilmez. Ünlü Fethullahçı bilim adamlarından birisi de katıldığı bir tartışma programında kurban kesmeyi hapvan katliamı olarak nitelendirmiştir.
- Bahaîlikte, herkes malının yüzde beşini, toplumun başında bulunan 19’lar heyetine vermek zorundadır. Fethullahçı organizasyon ve vakıfların başındaki yönetim kurulu da 19 kişidir.
Fethullah ile Bahaîler arasındaki bir başka somut bağlantı ise Saidi Nursi’nin hayatından alınmaktadır. Saidi Nursi, Gülaltay’ın ortaya çıkardığına göre, İran Şahına suikast düzenleyen Babilerin şeyhlerinden Celaleddin Afgani’nin İran’dan kaçıp Abdülhamit’in himayesine girmesi sırasında kuryelik etmişti. Saidi Nursî, yine bir başka Bahaî tetikçi Kirmani’yi de İran-Türkiye sınırında karşılayacak ve İstanbul’a kadar kendisine eşlik edecekti.
Gülen’in sözlerinde gizli anlamlar
Fethullah’ın eserlerinde gizli gizli Bahaîlik propagandası yaptığını da Gülaltay çeşitli örneklerle açıklıyor: Kapı: Bahaî mezheplerinden Babiliğin kurucusu Muhammed Bab’tır. “Bab” kelimesinin bir anlamı da “kapı”dır.
“Ulu sultan! Canlı-cansız, insan-hayvan, (..) her şey varlığını soluklar.”: Gülaltay bir başka bölümde ise Gülen’in bu sözündeki gizli anlamı ortaya çıkarıyor: Ulu Sultan kelimesi Bahaî Şeyhi Bahaullah’a atfedilmiştir. Hayvanları, eşyaları bile Allah’ın kulları olarak kabul eden ise Muhammed Bab’ın hocası Kazım-ı Reşdi’dir. Nebiler Sultanı: Gülaltay, Fethullah’ın sık sık kullandığı “Nebiler Sultanı” teriminin de karşılığını buluyor. Gülaltay’a göre, Fethullah’ın burada kastettiği Hz. Muhammed değil, Bahaullah’tır. Çünkü, Bahaullah’ın lakabı döneminde “Sultan”dır. Nur Asrı: Muhammed Bab’ın Kitabün Nur ile Babiliği yaydığı ilk yıllara da Nur asrı denmektedir.
Timur ve Cengiz düşmanlığı: Fethullah bir kitabında şöyle diyor: “Allah bir zamanlar Cengiz, Hülagü ve Timurlenk’in eliyle hırpaladığı ve ikaz ettiği İslam alemini bugün de Batılılar vasıtasıyla hırpalayıp ikaz etmektedir...” Gülaltay, Fethullah Cengiz, Hülagû ve Timurlenk’e karşı olmasını bu hükümdarların Bahaîlerin önemli önderlerini öldürmüş olmasına bağlıyor. Cengiz Han’ın oğlu Hülagû, Hasan Sabbah’ı; Timurlenk’in oğlu Miranşah ise Fazlullah’ı öldürmüştü. “Dönmezem” ve “mum gibi yanıp erimek”: Bu kelimeleri de Fethullah sık sık kullanmaktadır. Örneğin: “Çevresinde kol gezen tehlikelere aldırmadan, yüce derslerine devam eden ve hakkında bayağıların bayağısı hükümler kesilip biçilirken. ‘Hançer ile yüreğimi yar! Senden dönmezem’ diyerek hakikati haykıran büyük muzdariplerin ‘Evet hep böyle ızdırap gören ızdırap düşünen ve bir mum gibi yana yana eriyip giden, bu yüce kametlerin arkasında yürüyenler hiçbir zaman aldanmadılar ve hiçbir zaman hayal kırıklığına uğramadılar.’”
Tahran Kalesi’nde infaz edilmeden önce “Dönmezem” diye bağıran Bahaîlerin ünlü kadın kahramanı Kurretül-Ayn’dır. O dönem Bahaîlere yapılan işkenceler arasında en yaygın olanı da vücutları hançerle yarıp içlerine mumlar sokulmasıydı. Fetret Devri ve Rönesans: Fetret devri derken kastedilen Bahailerin yaşadığı uzun sürgün dönemidir. Yeniden diriliş ise Bahaîlerin öğretilerini tüm dünyaya kabul ettirmeleri demektir. Örneğin: “Bu ise uzun bir fetretten sonra, bu mazlumlar ülkesinin yeniden dirilişi ve “Rönesansı” demektir. Kimbilir, belki o zaman batmak üzere olan dün-yanın diğer kesiminin elinden tutup kaldırma fırsatı doğar.” Kendini peygamber gören Gülen
Bahaîlerin bir başka propagandası şeyhlerinin peygamber olduğudur. Bahai şeyhleri kendi peygamberlikleri altında tüm dünya dinlerini bir arada toplanmaya çağırırlar. Gülaltay, Fethullah’ın kimi yazılarında satır aralarında kendi peygamberliğini nasıl savunduğunu göstermektedir:
“Allah, elbette insanları da peygambersiz bırakmayacaktır.” “İnsanlar, akıllarıyla kainatta cereyan eden hadiselere bakıp, Allah’ı bulsalar bile yaratılışlarındaki gaye ve hikmeti, nereden gelip, nereye gittiklerini ve ibadetlerinin keyfiyetlerini peygambersiz bilemezler.”
“Hilafete giden yol herkese açıktır.”
“Hak için halkın temsilcisi demek, peygamber mesleğine talip olmak ve onu temsil etmek demektir. Onu yapabilmek için de peygamberane aşk, şevk, gayret, azim, cehd ve irade gerekir.”
Fethullah görüldüğü gibi yeni peygamberlere ihtiyaç olduğunu ve Allah’ın insanları peygambersiz bırakmayacağını söylüyor. Halbuki İslam inancına göre Hz. Muhammed son peygamberdir. Yalnızca bu bile Gülaltay’a göre Fethullahçılığın İslamdışı olduğunun bir kanıtıdır ve bu propagandanın bir sonraki aşaması Fethullah’ın kendisini Mesih ilan etmesi olacaktır.
Fethullah’ın Amerikancılığının Bahailikteki kaynağı Gülaltay, kitabın sonuna doğru Fethullah’ın gerçek amacının dünya çapında bir Bahaî imparatorluğu kurmak olduğunu ortaya koyuyor. Gülaltay, Avustralya’dan Afrika’ya Asya’dan Amerika’ya milyonlarca Bahaînin bulunduğunu söylüyor. Bahai imparatorluğunun işlevi dünya çapında ABD’yi iktidara getirmek olacaktır. Zaten, Bahailiğin ortak dili de İngilizce olacaktır. Gülaltay’a göre ABD’de bugün 20 milyon Bahaî yaşıyor ve Bahailerin etkinliği oldukça önemli. Zaten Bahailerin kullandığı ev-mabetlerin kubbeleri de Beyaz Saray’ın kubbesine benziyor.
Fethullah’ın Orta Asya’daki misyonu da bu şekilde ortaya çıkıyor. Gülaltay’a göre Bahailer dünya çapındaki iktidarlarında İngilizce’yi resmi dil olarakilan edeceklerdir. Fethullah’ın okullarının tümünde İngilizcenin öğretilmesinin nedeni olarak bunu gösteriyor. Üstelik Fethullah’ın en etkin olduğu Türk Cumhuriyetlerinden olan Yakutistan’ın durumunu da Gülaltay’dan öğreniyoruz. Bu ülkedeki Fethullahçı proje sonunda başarıya ulaşmıştır. Yakutistan’ın resmi dili İngilizce olarak ilan edilmiştir.
Gülaltay, Fethullah Gülen tehlikesinin uluslararası çapta olduğunu bu şekilde olduğunu ortaya koyduktan sonra kitabında tüm Türk milletini uyarıyor ve Fethullah tehlikesi hakkında Devlet üzerine düşeni yapmazsa görevin Kuvayı Milliyeci Atatürkçülere düşeceğini söylüyor:
“Atatürk ve Kuvayı Milliyeci yiğitlerin kurduğu devlet, hiçbir zaman sarsılmayacak, bu sarp kale, tunçtan yığınlar halinde omuz omuza yürüyen Türk gençliğinin sırtında, ulaşılmaz bir kartal yuvası olarak ebediyete kadar var olacaktır.”

28 Ocak 2008 Pazartesi

2007 de ki bir strtejik değerlendirme yorumum

İsrail'in kuruluşu yalnızca Siyonizm denilen ırkçı görüş nedeni ile kulmuş değildir.1876 da Mihver devletleri tarafından ortaya atılan Mandatum projesi kapsamında (B)gurubunda yer alan Türk İmparatorluğu'nun yaylımcı politikalarına her daim engel olacağı düşünülerek parçalanması opersyonunun bir olması nedeni ile kurulmuştur.
Musevi asıllı politikacılar bunu kullanmayı iyi bilmişler ve özellikle Nazi dönemi Almanya'sının yok etme politikası ile o güne kadar dağınık bir şekilde bütün batı ülkelerinde hayatını sürdüren Yahudi cemaatlerinin ekonomik üstünlüklerini sürdürmeleri için vatan diyebilecekleri bir toprağa ihtiyaçları bulunduğu bilinci ile hareket ederek bu devleti kurmuşlardır.
Belli bir süre sonra yayılımcıların siyasetin paralel olarak kendi yayılımcı düşüncelerini bu alanda uygulamaya koymuşlardır.
Sn.Arslan'ın da değindiği gibi bu pararlel siyaset sonucu Güney doğumuzda Coğrafi bir alan adı kullanılarak bir millet yaratma girişiminde bulumuşlardır.Bunda da kısmen başarılı olmaktadırlar.
Türkiye bugün ki aşamada bu oyunları bozma şansını günümüzde yakalamıştır. Eğer 5 kasım 2007 ye kadar durmda değişiklik olmaz ise (ki burada Ülke yöneticilerinin basireti sınanmaktadır)bu fırsat en iyi şekilde değerlendirilmelidir.
Türkiye daha ne kadar dış politikasında pasif davaranactır merak konusudur.Biz burada savaş çığıtkanlığı yapmıyoruz.Yalnızca yayılımcı mihver devletlerinin çeşitli oyunlarla gasp ettikleri 500 yıllık hakkımızı geri alma hakkımızın alınması gerektiğini savunmaktayız.
Elbette her şeyde olduğu gibi bu tür durumların riski vardır.Ancak bu riski göze almadan bağımsız devlet niteliğimizi koruyamayız.Başkalrından emir alan,bana dokunmayan yılan bir yaşasın diyerek T.C. devletinin uzun ömürlü varlığı sürdürülemez.
Komşuda yangın çıktı ise bu yangını evime sıçramadan söndürmek bizim asli görevimizdir.Çünkü Barış ve demokrasi için geldiğini söyleyen İtfayiyeci maalesef yangına körükle söndürmeye gelmiştir.Her şey harap olduktan sonra buralarda serbestçe at koşturacğının bilincindedir.Artık Türkiye KÜçük balık olmadığını göstermek zorundadır.
Bu Ulusumuzun ana çıkarıdır.İster İmparatorluk döneminden kaynaklanan mülkiyet haklarımızdan ve isterse Cumhuriyet dönemindeki Lozan ve benzeri anlaşmalardan doğan haklarımızı tam anlamı ile talep etme zamanıdır.Sevr anlaşması nasıl yırtılıp bir kenara atıldı ise bazı anlaşmalar da ,tek taraflı olarak muhataplar tarafınmdan bozuluyorsa her halde bizim de bu anlaşmalarla kendimiz bağlı tutmamalıyız.
Önümüze gelen bu tarihi fırsatı ,yani doğu sınırlarımızı genişleterek garanti altına almamızın zamanıdır kanımca.Bunu atalarımız yapmıştır.
BU yüzden Son imparatorluk dönemimiz 600 yılı aşkın ayakta kalmıştır.Türk Devletinin bilgisi,tecrübesi,yetişen yeni beyinleri ile bu siyaseti yürütme kabiliyetine haizdir.
Korkarak,sinerek,ya ekonomimiz ne olur?İnsanlarımız telef olursa?gibi soruların ardına saklanıp Türkiye Cumhuriyeti'ni bir 80 yıl daha ayakta tutmamız mümkün olmayacaktır.
Bu bir satranç oyunudur.Şah isek şahlığımızı bilmek ,piyon isek şah olmak için gerekeni yapmak zorundayız.ABD ne der?AB ne der?Ne derse der hiç önemli değildir. Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşları bunu hiç bir zaman demediler.Balkan Paktını da Bağdat Paktı'nı da bu amaçla kurdular.Buna karşılık Karşı tezdekiler bu iki paktı d yok edip Yayılımcı devletlerin güdümüne girdiler ve bu günki durum hasıl oldu.
Gerçi SSCB dağıldığında elimize büyük fırsat geçirmiştik ama maalesef bunu değerlendiremedik.Hep içimizdeki Ceneviz tüccarlarının kendi insanlarını sömürme alışkanlığını terk edememesinden bu fırsatları teptik. Hür dmokrat milliyetçi düşüncede bir insanım.Atatürk metodolojisi hayranı ve uygulayıcısıyım.Kemaliz veya Atatürkçülük diye bir ideolojinin varlığının yanlış olduğuna inana bir insanım.Çünkü Atatürk'ün ülkesi ve millet sevgisi doğması(Doğma kabul edilirse eğer) dışında her hangi bir ideolojik doğması yoktu.Bu günlerde sıkça dile getirilen ilke ve inkılapları(devrim değil)durağanlığın bir ifadesidir kanımca.Tam tesine Atatürk ilke ve inkılapları sürekli gelişme gösteren her döneme uyum sağlayacak sağlıklı bir devlet alt yapısının yöntemlerini içermektedir.BU nedenle dar kalıplarla tarifi ve anlatımı doğru olamaz.İfadesi çok geniştir ve geleceğin medeniyetinin kurculuğunu sağlayacak yöntemler silsilesidir.İçin dorldurmak Genç Nesillere aittir ve görevdir.Bir döneme takılıp kalmak bir milletin ilerlemesini istememek,dağılmasına vesile olmak demektir.BU gerçekler ta Göktürk İmparatorluğu zamanında da geçerli olan şeylerdi.HUn İmparatorluğu dönemindede özellikle Atilla döneminde de geçerli idi.BU yüzden yalnızca dar bir felsefe içine sıkışıp kalmak Hem Atatürk'ün şahsına ve hem de onun ideallerine ters düşmektir.Ben böyle biriyim işte.

TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ’NDE YENİ YAKLAŞIM

21.Yüz yıla girdiğimiz bu günlerde Türklüğe yapılan saldırılar her zamankinden daha fazla bir hal almıştır.
Türk Milleti’nin dünya yüzündeki tek ve başı dik devleti olarak Türkiye Cumhuriyetidir.Diğer kardeşlerimiz henüz Türk bütünlüğü içindeki yerlerini tam anlamı ile dolduramamıştır.Buna karşılık Türkiye Cumhuriyeti de gereken ağabeyliği yapamamaktadır.Bunun nedeni nedir?Bu yazıda bunu sorgulamak istiyorum.Belki bir takım Türkçü ülküdaşım burada yazacaklarıma kızacak veya karşı çıkacaktır.Ama önce dikkatlice bu öz eleştiriyi okumalarında yarar olduğunu sanıyorum. Öncelikle şunu söylemek isterim ki bu güne kadar yapılan Türk Milliyetçiliği tanımındaki gelenekçiliğimizi terk etmek zorundayız.Artık Türk Milliyetçiliği’ni dar coğrafi kalıplar içinden çıkarmalı küreselleştirmeliyiz.Bunu yaparken ırk kavramını kültür kavramına taşımak zorunda olduğumuzu düşünüyorum.Çünkü kültürü insanın türü değil,asırlar boyu geliştirip oluşturdukları gelenek,görenek ve töreler oluşturur.
Bana göre Dünya Tarihinde Türk dünya üzerinde oluşturulan siyaset teorilerine uymayan “uyumsuz” bir millettir.
Çünkü Türk’ü Türk yapan iki ana nedenden birisi bu uyumsuzluktur.Bu yüzden hiçbir dış siyasi teori milletimiz içinde başarı sağlayamamıştır.Onu yenmek için yapılan planlar hep hüsranla sonuçlanmıştır.
Birinci neden Türkler tarihte yendikleri tüm milletlere kendine benzeten değil,kendini onlara benzeten tek ırk olmasıdır.Düşmanında görüp arzuladığı ve beğendiği hasletleri,kültür öğelerini,onu yenerek kendi bünyesine katmıştır. Örneğin Çinlileri yenip onların yaşayış tarzını benimsiyoruz,Hintlileri yenip Budist oluyoruz, ,Bizans’ı yenip devlet kurumuna sahip çıkıyor ,istiklal savaşını yaparak batı moderitesini sahipleniyoruz.
Burada görüyoruz ki dünyadaki bütün milletler yendikleri milletleri her türlü vasıta ile kendine benzetirken, biz Türkler yendiğimiz milletleri kendimize benzeteceğimize onlara benzemekte mahiriz.Bunun en açık misali bu gün ki AB sürecinde gösterdiğimiz ateşli istektir.Bir başka Millete benzeme kolaycılığının dayanılmaz hafifliğidir.
İkinci misal benimsediğimiz dindir.Arapları yenip İslam dinini benimsiyoruz ancak İslam dini anlayışımız diğer İslam dinindeki topluluklardan çok farklılık göstermektedir. Türk İslam’a günlük Arap yaşayışı ve kültürü seviyesinde değil “iman “seviyesinde bağlıdır.Yani bir Arap gibi “Kur’an-ı Kerimi” okuyup bir kenara atmıyor,tam tersine Allah’ın manevi gücüne büyük saygı göstererek evinin duvarında yüksek bir yere asıyor.
Ritüelik olarak Orucumuzu tutarken,diğer yandan içkimizi de içeriz şeklinde bir yaklaşımda bulunuruz.Türk’ün İslam anlayışında dine mistik yaklaşımı ise Arap topluluklarına göre çok daha yüksek;dine gösterilen saygı çok daha yüksek olmasına karşılık gündelik hayatına bu dini kurallar belirlemiyor. İşte bu yüzden atı dünyasının siyasi mimarlarının senaryoları hiçbir şekilde Türk’lere uydurulamıyor.
Batı dünyası diğer İslam topluluklarının gündelik yaşam tarzına,yani kültürüne yönelik her türlü dini saptırma savaşı verip,İslam Dini tanımını kendi istemine göre şekillendirmeye çalışıp her türlü ekonomik desteği çıkarken Türk bu tür dayatmalara karşı bağışıklık gösteriyor.Çünkü Türk’ün İslami anlayışı ılımlılaştırılamıyor, zaten modernist bir anlayış toplumda egemen.
İşte Türk Milleti’nin Uygunsuz kimliğiyle,bu uygunsuz kimliğinin içerdiği,’yendiğine benzeyebilme ‘ ve “Dini iman düzeyinde kavrama’ yeteneğiyle Yeni Dünya Düzeni denilen günümüzün emperyalizm’den BOP’a kadar yazılan hiçbir senaryoya uydurulamıyor.Batının okumuş kesiminin siyasi mimarları İslam dünyasını allak bullak ederken ,Türk karşısında apışıp kalıyor.O zaman Batı dünyası Türk Milleti’nin laikliğini hedef alıyor.Yani doğrudan doğruya Türk Milletini yok etmeyi hedefliyor.
Şimdi bu gerçeği gördüğümüzde Tüm Türklerin hangi tehlike ile karşı karşıya kaldığını görmemesi mümkün mü?
Yukarıda bahsettiğim Türk Milletinin temel özelliğini kabul ettiğimizde “Türk Milliyetçiliğini” Irk esasına dayandırmak bu gün için yanlış olacaktır.Zira Türk ırkı dünyadaki bütün ırklar gibi fiziksel saflığını yitirmiştir ama Kültürünü güçlendirmiştir.Modernleştirmiştir.
Yepyeni bir Türk tipi oluşmuştur.Bu tip kendine has düşünce yapısı olan,kendine has geçmiş geleneksel muhafazakarlığın yerini daha modern bir hukuk kültürü olan tazelenmiş bir Türk insanı oluşmuştur.Burada ağırlık etnik özelliklerinde değil kültürel özelliklerine geçmiştir.Lisanı ile,adalet anlayışı ile,günlük yaşayışı ile daha akılcı bir kültür yaratmıştır.Tam tersine çok eski geleneklerini sürdürme ısrarında bulunan bir çok kavim ve millet birer birer özgürlüğü kaybedip yok olurken,bu yeni Türk İnsanı dimdik ayaktadır.Öyle de kalacaktır.
Bu olgular karşısında Türk Milliyetçiliği’nin yeni yaklaşımı ne olmalıdır?

BOZKURT VE TÜRKLÜK

Türk destanları arasında, milli motifler bakımından özellikle dikkat çekenler şunlardır: Oguz Destanı. Bozkurt Destanı. Ergenekon Destanı. Göç Destanı. Bu dört destandaki ortak ve temel motif, Bozkurt'tur.
Oguz Destanı'nda, seferleri sırasında Oguz Han'a Bozkurt yol gösterip kılavuzluk yapmış, Oguz Han'ın orduları bu sayede zaferler kazanmıştır.
Bozkurt Destanı'nda, ayakları ve kolları kesilip ölüme terk edilen Türk gencini dişi bir kurt iyileştirip beslemiş; düşman askerlerinin genci öldürmek istemesi üzerine de Altay Dağları'na kaçırıp kurtarmıştır. Daha sonra dişi kurt, bu genç ile evlenip 10 oğlan doğurmuştur. Bu çocukların büyüyüp çoğalması ile, Türk soyu eriyip gitmekten kurtulmuştur. Hükümdar olan Aşına, Bozkurt'un anısını unutmadığını göstermek için, çadırının önüne kurt başlı bir bayrak dikmiştir.
Ergenekon Destanı'nda ise, Bozkurt, demir dağı eritip çıkan Türkler'e yol göstermiştir. Ergenekon'dan çıktıktan sonra, Türklerin ilk hükümdarı Börte-çine (Boz-kurt) adını almıştır. Göç Destanı'nda, ana yurtlarından ayrılmak zorunda kalan Türkler'e, bir Bozkurt yol göstermiştir.
Bu destanlarda, Bozkurt'un şu nitelikleri ortaya çıkmaktadır: Soyun devamını sağlamak. Türkler'e kılavuzluk etmek. Türkler'i felaketlerden kurtarmak. BOZKURT VE TÜRKLÜK Türk destanlarındaki Işık, Kutlu Dağ, Bozkurt gibi motifler, kuşkusuz birer simgedir. Bozkurt hayatiyetin, milli rehberin, kurtuluşun, özgür ve bağımsız yaşamanın simgesi olmuştur. Türk tarihinde pek çok kahraman, Bozkurt simgesi ile temsil edilmiştir. Aşına sözcüğünün hem bozkurt anlamına gelmesi, hem de Hun ve Göktürk hükümdar sülalesinin adı olması rastlantı değildir.
Bozkurt'tan türemiş olma inancı, Türkler'e uzun çağlar boyunca kıvanç ve güven vermiştir. Türkler'in dar zamanlarında ve millet yaşamında büyük etkisi olacak hareketlere girişilirken Bozkurt onlara yol göstermekte, kılavuzluk yapmaktadır. Türk'ün başı çok sıkıştığında Bozkurt'un ortaya çıkarak onu kurtarması, evladı üzerine şefkatle eğilen bir ana-baba duygusunu hatırlatacak ölçüde derin bir anlam taşımaktadır. Sanki Bozkurt, Türk milletini manevi bir alemden sürekli olarak takip etmekte, çaresiz zamanlarında ona yol göstermektedir.
KURTULUŞ SAVAŞI, ATATÜRK ve BOZKURT Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra Türk topraklarının işgaline karşı yapılan Kurtuluş Savaşı, destan çağlarında cereyan etmiş olsa idi, bir Kurtuluş Destanı ortaya çıkacak ve bu destanda da mutlaka bir ''Bozkurt motifi'' bulunacaktı. Mustafa Kemal Paşa, Kurtuluş Savaşı'nın öncüsü ve en baştaki teşkilatçısı olmuş, bu niteliği ile (tıpkı Bozkurt gibi) bir kılavuz vazifesi görmüştür. Daha sonra da, Kurtuluş Savaşı'nın kazanılması ile (yine Bozkurt gibi) kurtarıcı durumuna yükselmiştir. Son olarak, devrimleri ile çağdaş, ileri ve milliyetçi Türk nesilleri yetiştirme çabası, onun Türk milletinin bekasını sağlamağa yönelik amacını göstermektedir. Kendisine önerilen soyadları arasından Atatürk'ü seçmesi ise, onun gelecekteki Türk nesillerince ata olarak anılma isteğinin belirtisidir. Böylece kılavuz, kurtarıcı ve ata niteliklerini kendisinde birleştirmiştir. Atatürk bundan ötürü yabancı yazarlarca -derin bir sezgi ile- Bozkurt olarak adlandırılmıştır.
BOZKURT ve TÜRKÇÜLÜK Türkçüğün asli unsurları; birlik ve bütünlük, özgür ve bağımsız yaşamak, Türk varlığının sonsuza değin devam ettirilmesi azim ve iradesidir. Bu durumda, Bozkurt'ta simgeleşen düşüncelerle Türkçülüğün hedefleri tam bir ayniyet içinde bulunmaktadır. Bunun içindir ki Bozkurt, Türkçülüğün de simgesi olmuştur. Sonuç olarak Bozkurt, Türk destanlarındaki müstesna yeri gibi, Türkçülük tarihinde de seçkin bir konumdadır.
Yukarıdaki makale, Orkun Dergisi'nin Kasım 1998 tarihli 1. sayısının 40-42. sayfalarında yer alan ''Destanlarda Türkçülük İzleri'' adlı makaleden alınmıştır.

Ergenekon'a gücünüz yetmez

Rıza Zelyut
Gazetelere bir bakın...Zil takmış oynuyorlar.
'Ergenekon Operasyonu' adı altında derin devlet çökertilmiş imiş...
İstanbul'da 33 kişi, terör örgütü kurdukları iddiasıyla gözaltına alındı ya; bu yaygara ondan.
İşi derin devlete bağlamaya çalışanlar; derin devletin ne olduğunu bilmeyecek kadar cahiller...
Derin devlet; her devletteki resmi bir yapılanmadır; bu kadarını yazalım; yeter.
Türkiye'de milliyetçi olmak suç haline getirildi. Türk demek, bayraktan söz etmek sizin cani gibi gösterilmenize yol açıyor.
Hrant Dink'i vuran çocuğun eline de Türk bayrağı sırf bu yüzden verildi. Türk kimliğini karalamak için.
Son operasyonun içyüzünü bilmiyorum ama milliyetçi muhalefeti susturmak eğiliminin bir gösterisi gibi geliyor bana.
Gözaltına alınan emekli general Veli Küçük üzerinden silahlı kuvvetleri;
Avukat Kemal Kerinçsiz üzerinden de milliyetçilerin haklarını savunanları kötülüyorlar.
Fethullahçı gazetelere bir bakın; nasıl da mutluluk çığlığı atıyorlar. Fethullah Gülen, dünyayı sömüren Batılı holdinglerin Davos toplantısında övülürken, içeride de holdingçi medya ile Fethullahçı basın aynı biçimde davranıyor.
Fakat kimse gerçek darbeci Kenan Evren'den hesap sormaya kalkışmıyor. Bütün çaba işi tarihimizin sembolü Ergenekon'a bağlayarak milletimizi karalamak yönündedir.
TÜRKLÜĞÜN SEMBOLÜ Ergenekon; tarihe Türk adıyla geçen büyük milletin ortaya çıktığı bir vadi olarak kabul edilir.
Son kitabım olan 'YABANCI KAYNAKLARA GÖRE TÜRK KİMLİĞİ' büyük ölçüde bu olayları anlatıyor.
Ergenekon, 'dik yamaç' anlamına geliyor.
Söylenceye göre; Türkler burada bir dişi kurttan türemişler ve demir dağı eriterek dağlar içinden yeryüzüne yayılmışlardır.
Türklerin yaradılış efsanesinin doğduğu çevre olan Ergenekon, gerçek bir coğrafi alandır.Bugün; Rusya, Moğolistan, Çin ve Kazakistan'ın sınırlarının birleştiği dağlık bölge;
Ergenekon'un bulunduğu yerdir.Bu bölgenin doğusu-batısı, kuzeyi-güneyi binlerce sene Türklerin egemenliğinde kalmıştır.
1 milyonluk Türk, 55 milyonluk Çin'in ordularını tepelemiş; Ergenekon'u vermemiştir.
Ergenekon Türk milletinin varoluşunun simgesidir.
Bu simgeyi; beş on kişinin kurduğu söylenen örgütle eş göstermek; tarihimize yapılmış en büyük saygısızlıklardan birisidir.
Yine; bu saldırın bir parçası da gözaltındakileri, 'Kızıl Elma' ideolojisi ile bir gösterme yalanı ve karalamasıdır.
Kızıl Elma, Türk milletinin dünyaya egemen olma güdüsünü ve düşüncesini ifade eden bir ideolojik kavramdır.
Kızıl Elma ideolojisi, Fatih Sultan Mehmet'in İstanbul'u fethetmesini yaratan ideolojidir. Bu ideoloji, Batı Roma'yı bile ele geçirme hareketi olarak örgütlenmiş ve Türk orduları bu yüzden İtalya'ya kadar ulaşmışlardır.
İşte o sıralarda Avrupalı; Türk'ü kötü gösteren bir propaganda çalışması başlatmış; kilisenin önderliğindeki bu çalışma ile Avrupa halkı Türklere karşı direnmesini öğrenmiştir.
Türk'ün Kızıl Elma'sına Avrupalı Megali İdea (Büyük Yunanistan) ile karşılık vermiş; bunu da Yunanistan eliyle hayata geçirmiştir. Bunun amacı; Yunanistan milliyetçilerini kullanarak Bizans İmparatorluğu'nu yeniden yaratmak ve elbette ki Türkleri Anadolu'dan atmaktır.
Geçen gün Türkiye'ye gelen Yunanistan Başbakanı Kostas'ın isteklerine bir bakın. Megali İdea'nın temel şartlarını dayattığını göreceksiniz.
Buna şu Fethullalhçı ve yeni liberal çıkarcı aydınlardan tek eleştiri geldi mi? Gelmez, gelmez...Kızıl Elma'ya karşı çıkanlar, Türklerin İstanbul'u fethetmesini hala kabul etmeyen Avrupalılar ile bunların içimizdeki uzantısı hain grubudur.
Ne yazık ki bu grubun bir ayağını tarikatçiler, bir ayağını da liberal demokrat denen kesim oluşturuyor.Ve gazeteleri, televizyonları da büyük ölçüde bunlar yönlendiriyorlar.
Bunların yalanlarını ve yanlışlarını da biz ortaya çıkartıyoruz.
Allah izin verirse; çıkartmaya da devam edeceğiz...

25 Ocak 2008 Cuma

Sayıyla kendine gelmek

NTV'deki 'Neden' programında 'Aleviler ve Siyaset'i tartıştık.
Açılışta Alevi-Bektaşi Federasyonu Genel Sekreteri Turan Eser'e sordum: 'Neden her seçim öncesi 'Sünniler ve Siyaset' değil de 'Aleviler ve Siyaset' tartışılır?'
Eser, rakamlarla yanıtladı bu soruyu...
Verdiği rakamlar, tartışmaya yer bırakmayacak kadar net bir tablo sergiliyordu.
Bu rakamları yorumsuz olarak sizlerle paylaşmak istiyorum:
Türkiye'de kaç okul var? 67 bin...
Kaç hastane var? 1220...
Kaç sağlık ocağı var: 6 bin 300...
Peki kaç cami var? 85 bin...
Her 60 bin kişiye 1 hastane düşerken, 350 kişiye 1 cami düşüyor.
Peki kaç kilise var? 270...
Kaç cemevi var? 100.
Türkiye'de kaç doktor var? 77 bin...
Peki kaç din görevlisi var? 90 bin...
Türkiye'de her 900 kişiye bir doktor düşerken, her 780 kişiye bir din görevlisi düşüyor.
Eğitim-Sen'e göre Türkiye'nin 200 bin öğretmen açığı var.
* * * Türkiye'de kaç kütüphane var? 1435...
Almanya'da kaç kütüphane var? 11 bin...
Türkiye'nin kaç kentinde devlet tiyatrosu var? 13...
Kaç kentte kuran kursu var? 81...
Bu kursların toplam sayısı kaç? 3852...
* * * Türkiye'de 1 opera derneği var;
11 bale, 10 heykel, 18 resim, 18 sinema, 38 tiyatro derneği var.
Peki kaç tane 'cami yaptırma derneği' var? 35 bin...
* * * İçişleri Bakanlığı'nın bütçesi ne kadar? 783 trilyon...
Ulaştırma Bakanlığı'nın? 678 trilyon...
Bayındırlık ve İskân Bakanlığı'nın? 677 trilyon...
Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın? 632 trilyon...
Sanayi ve Ticaret Bakanlığı'nın? 280 trilyon...
Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı'nın? 249 trilyon...
Çevre ve Orman Bakanlığı'nın? 404 trilyon...
Sadece Sünnileri temsil eden Diyanet İşleri Başkanlığı'nın bütçesi ne kadar? 1.3 katrilyon... 8 bakanlığın bütçesi kadar... 22 üniversitenin toplam bütçesine denk...
** Diyanet İşleri Başkanlığı bütçesinin yıldan yıla büyümesine bakalım:
1997'de 66 trilyon.
1998'de 119...
1999'da 180...
2000'de 270...
2001'de 302...
2002'de 553...
2003'te 771...
2004'te 1 katrilyon...
2005'te 1 katrilyon...
2006'da 1,3 katrilyon...
2007'de1.7katrilyon...
* * * Bir ülke, Diyanet'e, bütün üniversitelerine ayırdığı bütçe kadar pay ayırıyor ve bunu son bir yılda ikiye katlıyorsa, doktordan, öğretmenden fazla imam yetiştiriyorsa, hastane değil cami yaptırıyor, kütüphaneden çok Kuran kursu açıyorsa, o ülkenin durup bir daha düşünmesi gerekmez mi?
Can Dündar

24 Ocak 2008 Perşembe

Türban konusu neden bu kadar önemli?

Ali Sarp
Medeniyetler arasındaki çelişkilerin ve karşıtlıkların bir hoşgörü atmosferine taşınarak, ülkeler arasında diyalog kurulması amacıyla gidilen İspanya'da sayın başbakanın verdiği bir demeç gündemleri yeniden aynı konuya taşıdı.
"Türban konusunu çözeceğiz" demiş sayın başbakanımız. Kime söylemiş, nasıl söylemiş çok iyi anlaşılmıyor. O toplantının önemi ya da konuşulan konular, atılan imzalar var mı, onu da henüz bilmiyoruz. Neden? Başbakanımız bu demeci orada İspanya'da verdi ve türbana hassas çevreleri bu kadar germe ihtiyacı duydu? Bunu bilerek ve planlayarak mı yaptı? Yoksa türbana hassas bazı çevreler bu demeci ayıklayarak özel olarak rahatsızlık çıksın diye mi gündeme taşıdı? Bu sorunun cevabını vermek kolay değil. Muhalefet parti başkanları demeçlerini alışıldık üsluplarıyla verirken bir şeyi unutmayalım. Türban konusu öyle çok yeni ve tartışılmamış bir konu değil. İmam Hatip Okulları Türban konusu yirmi beş senelik mazisi olan bir konu ama esas imam hatip okullarıyla bağlantısı var.İmam hatip okullarında okuyan kız öğrencilerin kıyafetleri de en az üniversitelerdeki kızların kıyafetleri kadar önemli. Cumhuriyetin ilanı ve "Tevhid-i tedrisat kanunu" ile kapatılan tekkeler ve medreseler zaman içerisinde imam hatip okulları olarak geriye dönmeye çalışmış, ne kadar başarılı olduğu tartışılır bugünkü konumunu almıştır. Oy alma amacıyla sağ partilerin yanısıra sosyal demokrat partiler de yeni imam hatip okulları açmaktan geri kalmamışlardır.. Geçer güncel politika parti tanımaksızın hep din üzerinden yapılagelmiştir. İktidar partileri kimi zaman, İmam hatip konusunda asker-siyaset dengesine göre değişik ve esnek bir strateji izlemiştir.. Özellikle 12 Eylül sonrasında Kenan Evren'in de teşvik etmesiyle imam hatip okullarındaki artış, 28 Şubat döneminde aniden kesilmiştir. Daha sonra iktidara gelişi ile Avrupa Birliği çerçevesinde bir politika izleyen AKP, üniversitelere girişte İmam hatip liselerinin önünü açan bir yasayı gündeme getirmiştir.. Bugün başbakanımız dahil olmak üzere bir çok belediye başkanı, milletvekili, bakan imam hatip lisesi çıkışlıdır. Laiklik ilkesinin çerçevesinde olduğu su götürür bir sonuç ortaya çıkmış, din adamı yetiştirmek üzere kurulmuş olan okullardan politikacı, idareci devlet kadroları çıkmıştır. Birinci önemli nokta budur. Çok partili hayata geçilmesiyle birlikte partilerde oy kaygısı başladı. İslami kesime yakın durmak isteyenparti liderleri, imam hatip liseleri konusunda yumuşamaya başladılar. 1948 de CHP, Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından imam, hatip, vaiz ve yüksek din okulları açılması için Meclis'e kanun teklifi verdi. Teklif sonucu imam hatip okulları açılmadı ancak 10 ay süreli imam hatip kursları açıldı. 1949 yılında dönemin iktidar partisi CHP, Ankara ve İstanbul'da iki tane imam hatip kursu açtı. Bir süre sonra kurs sayısı sekize çıkartıldı. Din derslerinin eğitim-öğretim müfredatına konulması da bu döneme rastlar. Okulların dördüncü ve beşinci sınıflarında seçmeli olarak okutulmak üzere din eğitimi başladı. CHP'nin önerisi ile Ankara Üniversitesi bünyesinde ilk ilahiyat fakültesi açıldı. 1950 de Demokrat Parti'nin iktidara gelmesinin ardından mevcut imam hatip kurslarının yetersiz olduğuna kanaat getirip imam hatip okullarının açılmasını kararlaştırdı. Adana, Ankara, Isparta, İstanbul, Kayseri, Konya ve Kahramanmaraş'ta ilk imam hatip okulları açıldı. 1958 yılında bu okulların sayısı 26'ya, 1969'da 71'e, 1997'de ise 600'e ulaştı. 1951-1959 yıllarında Demokrat Parti lideri Adnan Menderes, 19 adet imam hatip okulu açtı. 1951 yılında imam hatip okullarının dört yıllık ortaokul ve üç yıllık lise bölümü olmak üzere yedi yıllık bir dönemi kapsaması kararlaştırıldı. 1962-1963 yıllarında İsmet İnönü döneminde yedi adet imam hatip okulu açıldı. 1965-1971 Süleyman Demirel döneminde 46 adet imam hatip okulu açıldı. 1973-74- öğretim yılında CHP-MSP koalisyonu, imam hatip okullarının orta kısımlarını yeniden açtı ve imam hatip liselerine bütün üniversitelere giriş imkanı verdi. 1974 yılında 33 tane imam hatip okulu açıldı. 1974-1975 Bülent Ecevit, 29 adet imam hatip okulu açtı. 1975-1978 Süleyman Demirel, 233 adet imam hatip açtı. 1976 Kız öğrenciler de imam hatip okullarına alınmaya başlandı. 1978-1979 Bülent Ecevit, dört tane imam hatip açılmasını kararlaştırdı. Başörtüsü'nün türban a dönüşümü 1980 Kenan Evren döneminde ise YÖK, 20 Aralık 1980 tarihli genelge ile üniversitelerde başörtüsünü tamamen yasaklar. Eğitim kurumlarında merkezi denetim sağlamak amacıyla kurulan Yüksek Öğretim Kurumu (YÖK)'nun başkanlığını yapan Prof. İhsan Doğramacı,'nın, gerilimi düşürmek, ve başörtülü kız öğrencilerin okullarına devamını sağlamak amacıyla ara bir çözüm olarak "türban"ı teklif ettiği ve türbanın mucidinin o olduğu söylenir. Turgut Özal, iktidarı yasağa karşı çeşitli girişimlerde bulunur ve 1984 yılında YÖK'ten türbana izin çıkar. Aynı yıl türban yüzünden okuldan uzaklaştırılan bir kız öğrencinin itirazını reddeden Danıştay'ın kararı, tartışmaları alevlendirir. YÖK, Danıştay kararına da uyarak 1987 yılında türbanı tekrar yasaklar. Turgut Özal iktidarı konunun peşini bırakmaz: 1987 genel seçiminden hemen sonra Meclis'te, türbanı serbest bırakmak için yasa tasarısı hazırlığı başlatır. Turgut Özal ve Avni Akyol, YÖK Başkanı İhsan Doğramacı ve Cumhurbaşkanı Kenan Evren'le konuşup mutabık kaldıktan sonra YÖK Disiplin Yönetmeliği'nde değişiklik yapılır ve türbana özgürlük sağlayan yeni yasa Aralık 1988'de Meclis'ten geçirilir. Evren yasayı veto etmez, önce imzalar, sonra da Anayasa Mahkemesi'ne götürür. Mahkeme 26 Mart 1989 yerel seçimlerinden hemen önce türban yasasını iptal eder. Bunun üzerine İstanbul başta olmak üzere ülkenin pekçok şehrinde geniş katılımlı protesto mitingleri düzenlenir. Türban Yargılanıyor ANAP mahkemenin iptal gerekçesini dikkate alarak 25 Ekim 1990'da yükseköğretim kurumlarında başörtüye serbesti getiren üçüncü kanunu çıkarır. Bu defa SHP iptal talebiyle Anayasa Mahkemesi'ne başvurur, talep reddedilir. 2547'nin ek 17. maddesi uyarınca üniversitelerde her türlü kılık ve kıyafet 1997 yılına kadar serbest olur.. 1997 yılından bugüne kadar geçen süre içinde türban konusu hiç bir vakit gündemden düşmemiştir. Israrla bu konunun üzerine gidilmiştir. Bu konunun gündemde tutulmasının belirli siyasi nedenleri vardır. Bireysel özgürlükler anlamında bir argümanla siyasi partiler tarafından siyasallaştırılan konunun çözümü, siyasi iktidarın özgürlükler konusunda samimi olduğunu ispat etmesinden geçmektedir. Eğer konu bireysel özgürlükler ise, türban da bu şemsiyenin altında yer alan küçük bir konu ise, diğer konulara da aynı önemin verilmesi gerekmez mi? Örneğin bireysel özgürlüklerin en kısıtlayıcı olanı 301. madde, etnik farklılıkların, Kürt dili ve kültürünün serbest bırakılması ve teşvik edilmesi, Alevilerin ibadet özgürlüğü ve Sünnilerle devletten yardım alma konusunda eşit haklara sahip olmaları, Ülkedeki Hıristiyan ve Musevilere ve onların kurdukları okul vakıflara devlet desteği verilmesi vb.vb.. İşte bu örnekleri çoğaltmak mümkün. Eğer konu bireysel özgürlükler ve demokratik haklar ise bu şemsiyenin altındaki diğer konulara da yeterli ağırlığın verilmesi çok önemlidir. Yalnızca türban üzerinden siyaset yapmanın AB kapısındaki Türkiye'de artık yeterli olmadığı ortaya çıkmıştır.

NEYDİK NE OLDUK ?

Faziletliydik: Kimsenin malına, mülküne göz dikmezdik. Kimsenin namusuna yan bakmazdık. Hırsızlık nedir bilmez, dilenciliği meslek edinmez, kimseyi de küçümsemezdik.
Dürüsttük: Bir zamanlar, Londra Ticaret Odası'nın en görünür yerinde şu mealde bir tavsiye levhası asılıydı: "Trüklerle alışveriş et, yanılmazsın". İtibarlıydık: Bir zamanlar, Hollanda Ticaret Odası'nın toplantılarında oylar eşit çıkınca, Osmanlılarla alışverişi olan tüccarın oyu iki sayılır, onun dediği olurdu. Temizdik: Yere bile tükürmezdik. Hatta, Osmanlı askeri teşkilatını Avrupa'ya tanıtmasıyla meşhur Comte de Marsigil, yere türkürmedikleri için atalarımızı şöyle eleştiriyor:
"Türkler hiçbir zaman yere tükürmezler. Daima yutkunurlar. Bunun için de saçlarında, sakallarında bir hararet olur ve zamanla saçları, kaşları, sakalları dökülür". Çevreciydik : Kurak günlerde ücretle adamlar tutup sokaktaki ulu agaçları sulatır, göçmen kuşların yorgunluk atması için saçak altlarına kuş sarayları yapardık. Bunlara öyle çok örnek var ki, saymakla bitmez. Harama el sürmezdik: Fransız müellif Motray, 1700'lerdeki halimizi şöyle anlatıyor: "Türk dükkanlarında hiçbir zaman tek meteliğim kaybolmamıştır. Ne zaman bir şey unutsam, hiç tanımadığım dükkancılar arkamdan adam koştururlar, hatta birkaç kere Beyoğlu'ndaki ikametgahıma kadar gelmişlerdir". Medeni idik : İngiliz sefiri Sir James Porter ise, 1740'ların Türkiye'si için şunları söylüyor: "Gerek İstanbul'da, gerekse imparatorluğun diğer şehirlerinde hüküm süren emniyet ve asayiş, hiçbir tereddüde imkan bırakmayacak şekilde ispat etmektedir ki, Türkler çok medeni insanlardır". Dosdoğruyduk : Fransız generallerden Comte de Bonneval ise şu hükmü veriyor: "Haksızlık, murbahacılık (aşırı kâ koyma, tefecilik), inhisarcılık (tekelcilik) ve hırsızlık gibi suçlar, Türkler arasında meçhuldür... Öyle bir dürüstlük gösterirler ki, insan çok defa Türklerin doğruluklarına hayran kalır". Hırsızlık nedir bilmezdik: Fransız müellif Dr. Brayer, 1830'ların İstanbul'unu getiriyor önümüze: "Evlerin kapısının şöyle böyle kapatıldığı ve dükkanların çoğunlukla umumi ahlâka itimaden açık bırakıldığı İstanbul'da her sene azami beş-altı hırsızlık vakası görülür". Ubicini, Dr. Brayer'i şöyle doğruluyor: "Bu muazzam payıtahtta dükkancılar, namaz saatlerinde dükkanlarının açık bırakıp camiye gittikleri ve geceleri evlerin kapısı basit bir mandalla kapatıldığı halde, senede dört hırsızlık vakası bile olmaz. Ahalisi sırf Hrıstiyan olan Galata ile Beyoğlu'nda ise hırsızlık ve cinayet vakaları olmadan gün geçmez". Naziktik: Edmondo de Amicis isimli İtalyan gezgini, yine 1880'lerin "biz"ini anlatiyor bize: "İstanbul Türk halkı Avrupa'nın en nazik ve en kibar insanlarıdır. Sokakta kavga enderdir. Kahkaha sesi, nadirattan işitilir. O kadar müsamahakârdırlar ki; ibadet saatlerinde bile camilerini gezebilir, bizim kiliselerde gördüğümüz kolaylığın çok fazlasını görürsünüz." Cihana örnektik: Türkiye Seyahatnamesi'yle meşhur Du Loir'un 1650'lerdeki hükmü şöyle: "Hiç şüphesiz ki, ahlak bakımından Türk siyasetiyle medeni hayatı bütün cihana örnek olabilecek vaziyettedir." Hayata karşı saygılıydık: Şefkatimiz yalnızca insana yönelik değildi, hayvanları, hatta bitkileri bile kapsıyordu. Bu konuda dilerseniz Elisee Recus'u dinleyelim, bize 1880'lerdeki halimizi anlatsın: "Türklerdeki iyilik duygusu, hayvanları dahi kucaklamıştır. Birçok köyde eşekler haftada iki gün izinli sayılır... Türklerle Rumların karışık olarak yaşadığı köylerde ise, bir evin hangi tarafa ait olduğunu kolaylıkla anlayabilirsiniz. Eğer evin bacasında leylekler yuva yapmışsa, bilin ki o ev bir Türk evidir." (Küçük Asya, c. 9) Hayırseverdik: Comte de Marsigli'yi tekrar dinleyelim: "Yazın İstanbul'dan Sofya'ya giderken dağlardan anayol üzerine inmiş köylülerin, yolculara, bedava ayran dağıttıklarına şahit oldum." Ayni müellif, ceddimizin hayırseverlikte fazla ileri gittikleri kanaatindedir. Şöyle diyor: "Fakat şunu da ifade etmeliyim ki, bu dindarane hareketlerinde biraz fazla ileri gitmektedirler. İyiliklerini yalnız insan cinsine hasretmekle kalmayip, hayvanlara ve hattabitkilere bile teşmil ederler." Bu tespiti, İslam ve Türk düşmanı Avukat Guer misallendiriyor: "Türk şefkatii, hayvanlara bile şamildir" dedikten sonra şu örneği zikrediyor: "Hayvanları beslemek için vakıflar ve ücretli adamları vardır. Bu adamlar, sokak başlarında sahipsiz köpeklere ve kedilere et dağıtırlar... Sokaktaki ağaçların kuraklıktan kurumasını önlemek için bir fakire para verip sulatacak kadar kaçık Müslümanlara bile rastlamak mümkündür..." "Kaçık'lığın kaynağını da veriyor adam: "Birçokları da sırf azad etmek için kuşbazlardan kuş satın alırlar Bunu yapan bir Türk'e, bir gün, yaptığı işin neye yaradığını sordum. Küçümseyerek baktı ve şu cevabı verdi: 'Allah'ın rızasını tahsile [kazanmaya] yarar.'"Ne dersiniz? Galiba, geçmişimizden uzaklaşmak, bize cok pahalıya patladı.İste sorulmaya değer ve cevaplanması elzem olan soru:
"Bizde, o zaman var olup da bugün olmayan nedir? Nasil kaybettik? Nasil buluruz?"

HIRANT DİNK VE BİZ ERMENİYİZ DİYENLER

Hirant zavallisi öbür taraftan haber gönderebilse kendisini öldürenlerin HEPIMIZ ERMENİYİZ diyenler olduğunu söylerdi !! hepimiz Ermeniyiz slogan ve pankartlari Hirant yaşarken hazırlanmıştı !Ermeniler ve Hırantlar bayrağa saldırdı
Savaş Süzalsavassuzal@habergazete.com- 21/Ocak/2008
Haberleri izlerken gene sinirlerim bozuldu. Bu filmleri, bu hikâyeleri her 20 senede bir ısıtıp ısıtıp önümüze koyuyorlar. Her zamanda aynı sayıda aynı kafada guruplar. Hırant Dink’in anma töreninde yaşananları kastediyorum. Ermeni ve Hırantlar, adaşları, ırkdaşlarının kayıplarını anarken Türk bayrağına, Kıbrıs anma törenine katılanlara, parti binalarına saldırmış. Niye şaşırdınız anlamadım, onlar Türk bayrağına ve ülkesine hep saldırdılar ve saldıracaklar da. Saldırganlar için kendilerine devrimci diyen bir gurup dedi spiker. Doğrudur ama bu devrimcilik neme nem şeydir ki devrimciler nedense hep söyledikleri ve attığı sloganların dışında bir hedefe doğru gittiler. Bu kişiler söylediklerinin hep tersini yaptılar. Sosyalizmden söz edip kapitalizmi telin ettiler ama sonuçta gidip kapitalist oldular. Devrimciliği ilericilik olarak sattılar ama sonuçta gidip gericilere paspas oldular. Örnek mi istiyorsunuz, alın size bizim nesilden örnekler; aralarında Ertuğrul Özkökler, Cavit Kavaklar, Hasan Cemaller, Altan ailesi, Yasemin Çongarlar, Cengiz Çandar’lar, Nuri Çolakoğulları, sizlere ha deyince sayabileceğim daha yüzlerce yüzlerce isim. Bakmayın öyle, atmıyorum, bir dönem ülkede devrim yapacağını savunarak, darbeciliğe ve halk ihtilaline soyunanlar, bugün ülkenin TÜSİAD üyeleri ve gericilerinde en büyük destekçileri. Ama bu kişilerin ortak buluştukları noktaya da dikkat etmeniz lazım. Onlar, bir yandan hızla keselerini doldururken, ilericilikten birden bire gericiliğe doğru keskin bir dönüş yaptılar. Bu saydığım yukarıdaki isimlerin her birinin iktidarla dans ettiklerini, onlara nasıl destek verdiklerini unutmayın. Hepsi zengin oldular, hepsi bir şekilde birilerine arabulucuk yaparak kese dolduruyor. Arabuluculuk yaptıkları kişiler, bir zamanlar adına devrim yapacakları halk falan değil. Şu ana kadar eskilerden züğürt bir devrimci kalmadı, yurt dışına kaçanları bilmiyorum. Beni rahatsız eden, bu kişilerin önlerindeki en büyük devrimi kabul etmeden devrimden söz etmeleri. Atatürk tarafından yapılan Türk tarihinin en büyük devriminden söz ediyorum. Kıyafetten, alfabeye, eğitimden sosyal yaşama kadar ülkeyi bir bataktan çıkarıp İslam âleminin içinde emsali enderi olmayan bir ülke haline getirmişti. Türk kadınını, İslam âlemindeki ezilmiş, varlığı kabul edilmeyen durumdan çıkarıp saygı duyulan, Türklerin atalarında gördüğü saygın yerine oturtmuştu. Ama bizim sözde devrimciler birincisini anlamadıkları bu devrimin oturup ikinciden söz edip duruyorlar. Edecekler tabi. Türkiye Cumhuriyeti’ni yıkmak isteyen Kuzey Iraklı bir aşiret reisi Talabani ve Barzani’ye üç kuruş komisyon alacağım diye alet olanlar, kurulacak Kürt devletinde iş kovalayanlar, İmralı’dakinin salıverilmesinde doğrudan veya dolaylı rol oynayanlar onlar değil mi? Ne bekliyorsunuz? Gençliklerinde halklara özgürlük diye bağıranlar, yeşertmedi mi PKK terör örgütünü? Tabii ki Atatürk’e onun cumhuriyetine düşman olacaklar. Osmanlıdan kuyruk acısı olan Avrupa Birliğine giriyoruz diye Atatürk’ün herkesi şaşırtan kurduğu cumhuriyeti, sistemi ve rejimi koruyan ana kural ve kurumları yıkmaya alkış tutacaklar tabii. Patronların talimatı ile Türkiye’deki sistemi yıkmak isteyecekler ve adını da devrimcilik, özgürlükçülük, ilericilik koyacaklar. Onların çıkarlarına ulaşmak için patronlarının gönüllerinin hoş edilmesi gerekiyor. Onlar Mustafa Kemal’e dost olamazlar. Hırant Dink’in anma töreninde zılgıt çekenler, Gazi mahallesinde polisle çatışanlar değil miydi? O zılgıt çekenler, büyük kentlerde halkın taksitlerini daha bitiremediği otomobillerini yakanlar değil miydi? Aynı gurup, her gün çocuklarımıza kurşun sıkanları kahraman ilan edenler değil miydi? O gurup Diyarbakır’a, Ankara’ya, İstanbul’a ve İzmir’e bomba koyanlar değil mi? Ne bekliyorsunuz, ne umuyorsunuz? Onlarla bizler, siyah, beyaz kadar farklıyız. Bizim bundan 30 yıl önce söylediklerimiz gerçek oldu ama onların hizmet ettikleri efendiler birer birer çöktü. Solcu diye bağlı oldukların ardından CIA çıktığında ne düşündüler. Hala da aynı ülkeye ya da ülkelere hizmet etmiyorlar mı? Bırakın bağırsınlar, bırakın taşlasınlar, nasıl olsa o bayrağı o ülkeyi savunacak gelecekte de kendi çıkarını kendi cebini değil ülkesini, milletini gerçekten düşünen bizler gibi vatanseverler, milliyetçiler var ve olacaktırda.

23 Ocak 2008 Çarşamba

TÜRBAN SORUNU KIRK YILINI DOLDURDU

O tarihte adına "türban" demiyorlardı, 1968 yılında Ankara İlahiyat Fakültesi'nde okuyan Hatice Babacan adındaki kız öğrenci derslere başörtülü girince, ileride "türban" adını alacak bombanın fitilini ateşledi. Eğer yanılmıyorsak, bu kız öğrenci, bugünkü Dışişleri Bakanı Ali Babacan'ın halasıydı, yanlışsa düzeltelim... İslam Tarihi öğretim üyesi Prof. Dr. Neşet Çağatay, genç kıza; "Ben, 19 yıldır, bu sıralarda karşımda kapalı bir kız görmedim, bundan sonra da görmek istemiyorum, ya başını açarsın ya sınıftan çıkarsın, demişti." * * * GENÇ kız, başını açmayı kabul etmedi, sınıftan çıktı. Öğrencinin bu hareketini, idare hakaret kabul etti ve fakülteden atıldı. Diğer öğrenciler, Hatice Babacan'ın cezalandırılmasını protesto için boykota başlayınca fakülte tatil edildi, bakan istifa etti. Öğretim üyelerinin çoğunluğu sorunun temelinde tarikatların ve başka amaçların olduğunu belirtiyorlardı. Bunların başında da ileride suikasta kurban gidecek Prof. Dr. Bahriye Üçok vardı. * * * İŞTE 40 yıl önce adı henüz konmamış olan "başörtüsü"nün başlangıcı buydu. Başörtüsü giderek "türban"a dönüşecek, Meclis'ten Anayasa Mahkemesi'ne, Anayasa Mahkemesi'nden Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne kadar gidecekti; sırada yeni anayasa var... Laik cumhuriyetten yana olanlar "türban"ın amacının ülkeyi din esaslarına, şeriata göre yönetmek isteyenlerin siyasi simgesi olduğunu söylüyor. Dini, siyasete alet etmek isteyenler ise bunu reddedip "inanç sorunu" olduğunu söylüyorlardı, yani genç kızların okul kapılarına kendilerini zincirlemesi, büyük depremden sonra "7,4 yetmedi mi?" diye pankart açmaları hep inançları gereğiydi. Ama iki gün önce Başbakan Tayyip Erdoğan'ın, türban için "Velev ki siyasi simge olsun, ne çıkar!" demesi takkeyi düşürdü, demek "Siz bunu siyasi simge olarak kullanıyorsunuz!" diyenler doğru söylüyorlardı. Biz başından beri "Şu türbanı, siyasi İslamın simgesi yapmasaydınız, toplum bunu çoktan kabul etmişti" dedik durduk, dinleyen olmadı. * * * TÜRBAN biliyorsunuz, bir başörtüsü bağlama şeklidir, Türk toplumunda kadınların başlarını bağlama geleneği vardır, ama tek tip, tek biçim bağlamazlar, hele türbanın altındaki takke hiç yoktur; bir yemeni, bir tülbent olabilir, o da bunların bağladığı gibi değil... * * * BU, "türban"ın Türkiye'deki tarihçesi, ya asıl çıkışı menşei... Bunu kim bilir? Bilse bilse Murat Bardakçı bilir. Sorduk, ne de olsa babasının arkadaşıyız, anlattı... "Bugün türban dediğimiz, omuzlara kadar inen başörtüsü ilk defa 1970'lerin başında Lübnan'da ortaya çıktı. Modanın yaratıcısı bir din adamıydı, Lübnanlı Şiilerin lideri Hacetülislam Musa Sadr. Hayır, bu din adamı, bir moda tasarımcısı, yaratıcısı değildi. Şiiler Lübnan'ın güneyinde yaşıyorlardı, ama o bölgeye sivil Filistinlilerle Kral Hüseyin'in Ürdün'den kovduğu Filistin gerillaları da geldi. Şiiler ile Filistinliler arasında çeşitli sorunlar çıktı. Şii kadınların, Filistinliler tarafından taciz edildikleri de oluyordu. Hacetülislam Musa Sadr, Şii kadınların güvenliği için, bu biçimde örtünmelerini söyledi. Yani şimdi bizim türban dediğimiz başörtüsü bağlama biçimi, inanç değil, güvenliğin gereği olarak ortaya çıktı ve hızla yayıldı. Hacetülislam Musa Sadr, 1975'te yaptığı açıklamada bu başörtüsü modelini bizzat hazırladığını söyleyecek ve ilhamını Batı dünyasının kilise resimlerinden ve Lübnan'daki Katolik rahibelerin kullandıkları başörtülerinden aldım diyecektir." * * * MURAT Bardakçı'nın anlattıklarının özeti bunlar. Bir de "Bu konuda anlamadığım bir şey var!" diyor: "Örtünme konusunda asırlar boyunca kendi modasını kendi yaratmış, yaşmak, ferace, kadın fesi, felek tabancası, hotoz, maşlak, tandırbaş, yemeni, kundak yemeni, salma yemeni gibi çeşit çeşit modellerle zarif bir çizgi yakalamış olan Türk kadınının Lübnan'dan örtünme modeline ihtiyaç duymasının sebebini bir türlü anlayamıyorum." * * * SİYASET budur Bardakçı, bugün "türban" oy getiriyor, yarın "hotoz" oy getirecek olsa döneriz. Yarın "efendi hazretleri"nin biri çıkıp "hotoz"a fetva verse, görürsünüz "türban" nasıl da gözden düşüp "moda dışı" oluvermiş... h.pulur@milliyet.com.tr SONUÇTA BU BİR MODADIR, ŞU SIRALAR PARA VE GÜÇ ONLARDAN YANA. BAKSANIZA EN SERT MODACILAR (İPEKÇİ) BİLE PARANIN UCUNU NEREDE GÖRÜYOR...

22 Ocak 2008 Salı

İKLİM DEGISIKLIGI – EVRENSEL SIYASET- EVRENSEL INSAN-1

2007 de Bali’de İklim değişikliği Cerceve Sözleşmesi’nin 13. ,Kyoto Protokolü’nün de 3. Taraflar Konferansı gerçekleştirildi. Bali Eylem Plani adı altında bir çalışma oluşturuldu. Fakat bu çalışma hemen Simdi Burada başlayan bir eylem kararından ziyade, konferansta görüşülen konular ve yapılacak anlaşmalar ile nereye gidileceğini gösteren başlangıcın başlangıcı kararı gibi bir hazırlık çalışması niteliğindeydi. Dünya ülke liderleri henüz küresel Isınmayı durduracak eylemleri gerçekleştirme ile ilgili “kavrayışı” ve “İradeyi” geliştirmiş değildiler. Kısaca Beli’de olan; Dünya ülkelerinin nasıl bir fikir ve eylem birliğine varacaklarının usullerin de uzlaşmaya çalıştıkları seremoniden ibaretti. Ve Bali’de gerçekleştirilen ritüelin işaret ettiği acı gerçek ise; 2012 tarihinin sonunda eğer dünya liderleri kendi aralarında nasıl uzlaşabilecekleri konusunda anlaşabilirlerse; birlikte karbon salınırları ve diğer acil önlemler konusunda birlikte ciddi bir şeyler yapmaya ve gerçek eyleme geçmeye kara verecekleridir. Kısaca anlaşılması gereken henüz dünya üzerinde ki hiçbir lider gezegen, insanlık ve geleceğimiz için ciddi bir şey yapmaya karar vermiş değildir. Şimdiye kadar ülkelerin kendi inisiyatifleri ile küresel ısınmayı durdurma maksatlı bölgesel bazda yaptıkları çalışmalar ise son derece yetersizdir. Dünya fabrikaları, santralleri tam kapasite tüm kıtalarda eski usul üretim sistemleriyle, fosil yakıt tüketerek- karbonlarını atmosfere salarak, kirli sularını – atık maddelerini doğaya bırakarak, buna ek olarak toplumsal bilince akil almaz reklam ve davetlerle tüketim çılgınlığına sürüklenerek, duyarsızlık umursamazlık, çıkar çatışmalarıyla dünyamızın ve insanlığın geleceği bir oldu bittiye getirilmek üzere. İnsanlık Medeniyeti, Evren tarihinin tozlu kayıtlarına her an kaldırılabilir. Bu işlemden kim karlı çıkacak, karlı çıktığında; ne isine yarayacak anlaşılır gibi değil. Yıllardır dünya çapında tanınan iklimbilim uzmanları, saygın bilim akademileri, IPCC tarafından; Sürekli olarak , Küresel ısınma ve yaklaşmakta olan felaketler konusunda yapılan uyarılara kulak tıkayan ve bir turlu harekete geçmeyen dünya ülke liderlerinin artik küçük hesap peşinde koşmaktan vaz geçmeleri gerektiğini. Yoksa dünya adına çok büyük bir fatura Evren tarafından İnsanlığa kesilmek üzere olduğunu uyarmaktadır. Bu gün hala Kyoto protokolünü imzalayıp imzalamama hesapları yapan ülke temsilcileri bilmiyorlar mi ki; Kyoto Protokolü konusunda uzlaşmaya varsalar ve dünyadaki her ülke karbon salışını durdursa bile, hemen her şey yoluna girmeyecek ve bıçakla kesilmiş gibi küresel ısınma-etkileri durmayacaktır. Atmosferde şimdiye kadar birikmiş karbon ve diğer gazların atmosfer icinde çözünümü dönüşümü ve dengeye gelmesi için 50-100 senelik bir zamana ihtiyacımız var.

KOSOVA GERÇEĞİ VE BAĞIMSIZLIK SAVAŞINDA TÜRKİYE’NİN ROLÜ

Kosova, 1389 da Osmanlı Türklerinin Kosova ovasında kazandıkları büyük meydan muharebesi ile Balkanların yolunu açtıkları yerdir. Nitekim, Kosova ovası, 1998 de Sırp Aşırı Milliyetçi liderlerinden Slobodan Milosoviç’in büyük bir miting yaparak Sırp üstünlüğünü ve “Büyük Sırbirtan’ın Kurma” projesini başlattığı yerdir. Bu girişim, 1995 yılına kadar Balkanlarda çok kan dökülmesine, eski ve güçlü Yugoslavya’nın dağılmasına, Bosna Hersek’te 250,000’e yakın insanın ölümüne ve 20 yüzyılın sonuna doğru, Avrupanın orta yerinde müthiş bir soykırımının tekrarlanmasına sebep olmuştur.
Kosova Osmanlı öncesi ve sonrası da daima gözlerin dikildiği, üzerine hesaplar yapıldığı bir yer olma konumunu daima korumuştur. İkinci Dünya Savaşından sonra ise, bu bölge, Başkan Tito idaresinde de 45 yıllık bir Komünizm dönemi yaşamıştır. Bu dönem de oldukça sakin bir dönemdir. Ölümünden önce Tito, Kosovaya özerklik tanımış, bu maddeyi, hazırlattığı Anayasanın içine de koydurmuştur. Ne var ki Sırplar, Tito’nun ölümünden sonra bunu tanımamışlardır.
Huzuru sadece Osmanlı döneminde bulmuştur. II. Meşrutiyet yılları ve İttihat Terakki zamanıdır. Bölge yine kaynamaktadır. Gayr-ı Müslim unsurlar silaha sarılmış, devletle çatışmaktadır. Çatışmalar Osmanlı’nın Balkanlar’dan çekilmesine kadar devam edecektir.
Bu esnada yine sultan II. Abdülhamid bölgeye müfettiş gönderir. Kurmay Mehmed Paşa teftişinin sonunda- daha sonra lahiya olarak basılan raporunda; rapor P.Ü.Kütüphanesinde mevcuttur-: “Bölgenin ( bahsettiği bölge 90 bin km2’dir) Sırplar’a terk edilmeyecek kadar ehemmiyetli olduğunu Devlet’e bildirir. Sultan Mehmed Reşad 1911 yılında I. Kosova Savaşı’nın yapıldığı, şah-ı şehid I. Murad Hüdavendigar’ın türbesinin bulunduğu Kosova ovasında 100 binin üzerinde insana hitap ederek, bölünmenin, parçalanmanın kimseye faydası olmayacağını, zamanın bir ve beraber olma zamanı olduğunu vurgular.
Büyük yankı uyandıran, tarihe önemle kaydedilen bu hadisenin üzerinden aylar geçmeden bölgeden çekilmekte olan Osmanlı askeri bölge halkının eşkıyaları tarafından arkadan katledilir. Bütün bu tarihi hadiseler göz önüne alınmadan ve orada Batılı devletlerin emelleri iyi tespit edilip, stratejik bir kısım faaliyetler yapılmadan Kosova’nın statüsü üzerine ahkam kesmek boş işlerle meşgul olmak demektir. Hele hele bağımsızlık naraları ile kimsenin kimseye bağımsızlık vermediği de tarihte görülmüştür.
Bizim de gönlümüz Arnavutluk’tan başlayarak, Kosova, Sancak ve Bosna’ya oradan Viyana kapılarına kadar bir yeşil hattın varlığını istiyor. Çünkü bu Türkiye’nin güvenlik duvarıdır. Ancak bu duvarın oluşmasına hiçbir zaman müsaade etmemişlerdir; bu da biline. Sırbistan-Karadağ ayrılmış, sonuçta tek olan Sancak (Müslüman bölge) iki ülkede kalan iki küçük azınlık haline getirilmiştir. Kosova’nın tek taraflı bağımsızlık ilanı kolay olmayacağa benziyor.
Rusya’nın veto tehdidi, 1244 sayılı BM Güvenlik Konseyi’nin kararının delinemeyeceğini göstermektedir. Ahtisaari’nin bu yıl ortaya koyduğu AB denetiminde gerçekleştirilecek “kontrollü bağımsızlık” planının da kolay olmayacağı açıktır. ABD, Almanya, Fransa, İngiltere ve İtalya’dan oluşan beşli troyka, Kosova’yı Mayıs 2008 de bağımsızlığa taşıyacak planı uygulamaya geçirecek.
Aşırı milliyetçi lider Tomislav Nikoliç Sırbistan seçimlerini kazanırsa ki bana göre kazanacak Kosava bağımsızlığında gecikmelide olsa zor bir süreç başlayacaktır.Batı yanlısı Cumhurbaşkanı Boris Tadiç’in AB nin desteğinide arkasına almış olması seçimi kazanmasına yetmeyebilir yalnız şu gerçeği de unutmamak lazım kim gelirse gelsin Kosova’nın bağımsızlığına karşı olduğunu hiç unutmayalım.
Bu geçiş döneminde AB’nin önünde çetin işler var. 27 AB ülkesinin Ocak ayındaki bağımsızlık ilanını desteklemesi gerek; ancak bu Güney Kıbrıs ve Yunanistan’ın KKTC meselesinden dolayı bağımsızlığa sıcak bakmayacağını da beraberinde getirmektedir. Türkiye’nin bu durumda tavrının çok net olması gerekmektedir
Kosova ile tarihi, kültürel hatta akrabalık bağlarımız, bizim tavrımızı net olarak ortaya koymamızı gerektirmektedir. Bir kısım kısır ve küçük hesaplarla Kosova meselesinde geri durmamız bize hiçbir şey kazandırmayacaktır. Makedonya’nın bağımsızlığını Yunanistan’a rağmen kabul eden bir ülke olarak, Makedonya nezdinde önemli kazanımlar elde ettiğimizi de unutmamamız gerekir. Özellikle Balkan ülkelerinin ekonomik anlamda Türkiye gibi bir ülkeyle bağlantıları kaçınılmazdır. Bu aynı zamanda Balkanlar’da Türkiye varlığının da hissedilmesi için önemli bir adımdır. Kosova’nın bağımsızlığı Türkiye açısından önemlidir. Bunun idrak edilerek stratejiler oluşturulması gerekmektedir.
Sırplar, 1991’lerin sonundan itibaren 1995 yılına kadar Bosna-Hersek ve diğer yerleri savaş alanına çevirip, ateşe verdikten sonra Kosovalılar da bağımsızlık mücadelelerini arttırmış ve yıllarca bu uğurda büyük sıkıntılar çekmişlerdir. Sonunda Ibrahim Rugova’nın kurmuş olduğu Kosova Demokrat Birliği Partisi başarılı olmuş, ve zorla özerliklerini yeniden (yani, daha önceden kendilerine verilmiş olup, sonradan Sırp idaresi tarafından inkar edilen özerkliklerini ) ele geçirmişlerdir. Bosna-Hersek savaşı Dayton anlaşması ile sona ermiş ve bugünkü siyasi durum ortaya çıkmıştır.
1991-95 arası çok kanlı savaşlar yaşanmış, özellikle Boşnak halkı büyük ızdıraplar çekmiş ve sonunda da kendi topraklarını üçlü bir idare içinde Sırp ve Hırvatlarla paylaşmak zorunda kalmıştır. Eski Yugoslavya’nın yerinde bu gün: Slovenya, Hırvatistan, Bosna-Hersek ve Sırp Cumhuriyetleri ile Eski Yugoslavya Makedon Cumhuriyeti bulunmaktadır. Son yıllarda Monte Negro (Karadağ) bölgesi de bağımsızlığına kavuşmuştur. Kosova bölgesi ise hala bir çıban başı gibi kanamakta ve durum her gün gerginleşmektedir. Yine sessiz problem olarak devam eden Voyvodino ve Sancak bölgeleri mevcuttur.
Kosova da ki son durum nedir. Bugünlerde , Balkanlarda ki yeni krizin adresi Kosova bölgesidir. İşin içinde ABD, AB ülkeleri, UNMİK olarak bilinen barış güçü, Rusya ve özellikle Sırbistan girmektedir. Bu kadar çok aktörün karıştığı bu siyasi oyun sebebi ile de Kosova’da büyük sıkıntılar yaşanmaktadır. ABD, Avrupa Birliği ülkeleri ve UNMİK güçleri artık Kosova’nın tam bağımsızlığına kavuşmasından yanadır. Yıllardır, yani1995’lerden beri orada bulunan UNMİK adeta bu durumun alt yapısını hazırlamışlardır. Diğer taraftan, Sırbistan kesinlikle buna karşıdır.
Bu konuda Rusya’dan da destek almaktadır. Rusya’nın yanı sıra Yunanistan ve Güney Kıbrıs Cumhuriyeti ile İspanya da, Kosova’nın bağımsızlığına karşı tavır almaktadırlar. Sırplar tehdit ve Şantaj yollarını kullanarak isteklerini yaptırmaya ve Kosova’da ki Arnavutların tek taraflı olarak bağımsızlık ilan etmelerini ve bunun da diğer devletlerce tanınmasını önlemeye çalışmaktadırlar. Sırpların tehditleri iki noktada toplanmaktadır:-
Eğer Kosova (Arnavutlar veya Sırplar dışında herkes) tek taraflı bağımsızlık ilan ederse, Kosova’nın Kuzeyindeki 100 bin Sırp da kendi bağımsızlıklarını ilan ederek misileme yapacaklardır.----- Diğer taraftan, Bosna-Hersek içinde yaşayan ve Republika Srpska da bulunan Sırplar da bağımsızlıklarını ilan ederek Bosna’dan ayrılacaklardır.
Tabii böyle olayların gerçekleşmesi Balkanların yeniden kana bulanması ve Bosna-Hersek, Makedonya ve Kosova dahil pek çok yörenin bölünmesi gibi bir tehlikeyi ortaya çıkartmaktadır. Bu durum, kesinlikle Dayton uluslararası anlaşmasına da aykırı olup, yıllarca verilen emeğin boşa gitmesi, Balkanlar ve Avrupa’da istikrarın bozulması gibi durumlara sebep olabilir. Sırpların şantaj olarak kullandıkları husus da budur.
Ruslar, yeni politikaları icabı yeniden kendilerini büyük güç olarak kabullendirmek için hiç çekinmeden bölgesel oyunlara girmektedirler. Sırplar da buna güvenmektedir. Sırplar aynen Bosna-Hersek savaşında olduğu gibi hem Slav kardeşliğine (Rusya’nın destek ve yardımı) hem de Ortodoks Kilisesi dayanışması ( Yunanistan ve Güney Kıbrıs) ve hem de benzer olaylardan korkan (İspanya) gibi ülkelerin desteğine dayanarak bu şantajları yapmaktadırlar.
ABD, Avrupa Birliği ülkelerinin büyük çoğunluğu ve UNMİK yetkilileri, Kosova’nın bağımsızlıktan yana tavır sergilemektedirler. Diğer taraftan, Rusya, Sırbistan, Yunanistan, Güney Kıbrıs ve İspanya gibi ülkeler buna karşı çıkmaktadırlar. Rusya, Kosova'nın durumuyla Gürcistan'ın içindeki Osetya ve Abhazya'ya arasında doğrudan paralellik kurmaktadır. Güney Kıbrıs, KKTC’yi örnek göstermekte ve İspanya da Bask bölgesinden endişe etmektedir. Benzer durumdaki başka bölgelerin de Kosova örneğinden yola çıkarak bağımsızlık istemeleri muhtemel bir durum olarak gösterilmektedir.
Her ne kadar ABD ve AB’nin en güçlü üyeleri, Kosova’nın bağımsızlığını ilan etmesi durumunda, tanıyacaklarını ilan ettiyseler de, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin kararı olmadan Kosova’nın bağımsızlığının uzun süreli olmayacağı ve sadece yeni bir kriz bölgesi oluşmasına sebep olacağı gibi görünmektedir. Çünkü, 10 Haziran 1999 tarihli 1244 sayılı Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararıyla Kosova’da Birleşmiş Milletler idaresi kurulmuş ve Sırbistan’ın bu bölge üzerindeki egemenliği "de facto" (fiili olarak) olarak kaldırılmış bulunmaktadır.
Bu nedenle, Kosova’nın nihai statüsü ile ilgili karar, ancak BMGK de kabul edilecek yeni bir kararla mümkündür. Portekiz’de toplanan AB devletleri Yunan ve Rum baskıları ile Kosova’nın bağımsızlığını tanımama yolunda bir eğilime girmişlerdir. İşin içinde Müslüman bir devletin daha olması olunca, AB’nin hakiki tutumunu izlemek kolay olmaktadır. Kosova’nın bağımsızlık hedefinde Türkiye’nin ne kadar rolü vardır.Bize uzakta olarak takdim edilen Kosova; aslında bize unutturulmaya çalışılan tarihimizi , bu topraklardan başlayarak Amerika’nın yerlilerinden orta Asya cumhuriyet’lerinden ve bizim için önemli bir koridor olan Makedonya ve Kosova hattında yaşayan insanlar ne yiyip ne içtiklerini,halkların neye ağlayıp neye güldüklerini ve çocuklar hangi oyunlar oynadıklarını, yazıtlarına,örf ve adetlerine baktığımızda ;Türk’ler olarak birleştirici misyonumuz olduğunu unutmamamız gerekir.
Tarih yalnız ibret alınacak değil, aynı zamanda kuvvet alınacak bir zemindir.Türkiye tarihinden aldığı güçle birleştirici rol oynayıp, yol haritasını iyi belirlemeli aynı zamanda tarihimize sahip çıkacak gençler yetiştirmeliyiz.
“Asıl önemli olan ve memleketi temelinden yıkan, halkını esir eden, içerdeki cephenin suskunluğudur." M.K.Atatürk
İhsan ERKUMRU

RUSYA nükleer gücünü neden hatırlattı? 2

Bu alanların başında ise günün en sıcak meseleleri Kosova ile Iran geliyor. Rusya, Kosova’nın bağımsızlık kararını tanımayacağını kesin bir dille açıkladı. Rusya Balkanlar’da sadece enerji yollarının hakimiyetini elinden kaybetmemek için çalışmıyor. Bu bölgede NATO’nun genişlemesini durdurmayı amaçlayan askeri planlar da hazırlıyor. Iran konusunda da eskiye göre daha net bir tutum izleniyor Moskova’nın yaklaşımında. Bu hafta Perşembe günü Berlin’de yapılacak altı ülke dışişleri bakanları toplantısı öncesi Rusya, İran’a yönelik önerilen yeni yaptırım paketini onaylamayacağını belli etti. Ayrıca Iran ile anlaşmalarının bu gelişmelerden etkilenmeyeceği mesajını da veriyor. ABD ve İsrail’in karşı çıkmalarına karşın Rusya, Iran ile Busehr nükleer santralinin inşaatına devam ediyor. Daha dün 11 tonluk plütonyumu Rusya, gemi ile İran’a teslim etti. İki ülke arasındaki anlaşmaya göre gerekli miktara ulaşmak için sevkıyat devam edecek. Moskova, İran’a Uluslararası Atom Enerji Ajansı’nın taleplerine uyması için daha fazla zaman ve olanak verilmesinden yana. * * * ABD Başkanı’nın barış adına çıktığı Ortadoğu gezisinin en somut adımı, Suudi Arabistan’a yirmi milyar dolarlık silah satış anlaşmasıydı. Yakin çevremizdeki silahlanma yarışıyla birlikte soğuk savaş üslubu, Sovyetlerin yıkılmasından on yedi yıl sonra geri dönüyor. Bu sadece bir üslup mu yoksa 21’inci yüzyılın, tek kutupluluğa karşı direnç cephesi sürecinin başlangıcı mi? Yeni tartışmamız bu olacağa benziyor.

RUSYA nükleer gücünü neden hatırlattı?

Kimi tehdit etti? Bunlar bos laflar mi? Hakikat payi ne kadar? RUSYA Genelkurmay Başkanı Yury Baluyevsky’nin, önceki gün "Rusya ve müttefiklerinin bağımsızlık ve toprak bütünlüğünü korumak için gerekirse nükleer silah kullanabilir, önleyici saldırı düzenleyebiliriz" açıklamasından sonra bunlar tartışılıyor. Moskova Askeri Bilimler Akademisi’nde konuşan Baluyevsky’nin açıklamasında iki nokta dikkat çekiciydi. Birincisi Rusya ’nin nükleer silah tehdidinin ilk kez bu derece üst düzey bir yetkili tarafından dile getirilmiş olmasıydı. İkincisi ise Baluyevsky’nin sadece Rusya’ya yönelik olanları değil, ayni zamanda "müttefiklerine" yönelik tehditleri de kendilerine yönelenlerle es tutacağı açıklamasıydı. İlkinin nedeni, hiç şüphe yok ki ABD’nin Iran krizini bahane ederek Doğu Avrupa’ya yerleştirmeyi planladığı füze kalkanıydı. Rusya, bunun Iran’i değil doğrudan Rusya’yi hedef aldığına inanıyor. Kasım ayında Putin, NATO genişlemesinin Rusya’nin güvenliğini tehdit eder hale geldiği gerekçesiyle askeri alarm durumunu artırma kararı almıştı. O dönemde yaptığı açıklamalardan birinde de, "Simdi yapmamız gereken önemli islerden biri de stratejik nükleer güçlerimizin savaşa hazırlık durumunu artırmaktır. Rusya, kapısının önünde kendisine pazu gösterenlere karşı ilgisiz kalamaz" demişti. ABD’nin, Rus enerji tekelini kirmak için özellikle eski Sovyet coğrafyasında yarattığı sert rekabet ortamı Rusya’nin endişelerinin en önemli nedeni. * * * RUSYA Genelkurmay Başkanı’nın, sadece kendi ülkesinin değil müttefiklerine yönelik her hangi bir tehdide de en sert biçimde yanıt verecekleri açıklaması, Rusya’nin müttefikleri tartışmasını da gündeme getiriyor. Bunlar sadece eski Sovyet Cumhuriyetleri mi? Yoksa Balkanlar ve Ortadoğu’daki ilgi alanları da söz konusu mu?

Tanrı'yı Kim Kullanır?

Giordano Bruno ne güzel söylemiş: ''Kötüler Tanrı'yı, Tanrı ise iyileri kullanır!'' Tanrı peygamberleri kullanmış. Bilge kişileri kullanmış. Atatürk ve benzeri devrimcileri kullanmış... Ya Tanrı'yı kimler kullanmış? Gerilere gitmeye ne hacet!.. Ne demiş Türkiye'deki Nurcuların önderi Mehmet Kutlular: ''- 28 Şubat sürecinin planları Gölcük'teki Deniz Kuvvetleri'nde yapıldı. Depremin üssü de orası. Depremin olmasında başörtülü öğrencilerin okullara alınmaması da rol oynadı...'' Hem de bunları camide, Said-i Nursi için düzenlenen mevlitte söylemiş. Türkiye'deki Nurcuların aslında iki önderi var. Birisi Mehmet Kutlular, ötekisi ise Fethullah Gülen. Said-i Nursi Atatürk'ü ''deccal'' ilan etmiş. Cumhuriyete karşı savaş vermiş. Ama ilkin Demokrat Parti'yi yönetenlerden, arkasından da Sayın Demirel 'den büyük saygı görmüş. ''İade-i itibar'' ı sağlanmış. Derken sahneye Prof. Şerif Mardin gibi, özellikle Amerikalılar nezdinde büyük saygınlığı olan bilim adamları çıkmışlar. Said-i Nursi'yi peygamberlik düzeyine çıkaran, mucizeler yarattığını öne süren, ''Anadolu aydınlanmasının öncüsü'' gibi gösteren, övücü kaynakları alıp karşıt kaynaklara sırt çeviren, çok ''bilimsel'' (!) incelemeler döktürmüşler. Ardından, Sayın Mardin'in Türkiye Bilimler Akademisi'ne üye yapılması için baskılar başlamış. İç ve ''dış'' baskılar... Özellikle de basındaki bazı numaracı cumhuriyetçiler tarafından desteklenen ve körüklenen baskılar. Ve bu arada Fethullah Hoca almış başını gitmiş.Işık evleri. Öğrenci yurtları. Özel okullar. Devletin köşe başlarına kadar uzanan bir imparatorluk. Devletin okullarına devletçe ''tavsiye'' edilen cumhuriyet ve çağ karşıtı kitaplar. Papa ile sağlanan görüşme. Devletin dış temsilcilerince havaalanlarında karşılanmalar. Elçiliklerde konuk edilmeler. Niçin? ''Ilımlı İslam'' olduğu için. Müslümanları ''cumhuriyet ile barıştıracağı'' için! Bir yanda Mehmet Kutlular. 17 yaşındaki kızı dört yıl önce eroinden ölmüş. Depremi, ''türban'' ı vesile edip, Tanrı'yı en ilkel bir şekilde kullanmaya çalışıyor. Öte yanda Fethullah Gülen. Son yıllarda, kamu önünde ağzından tek bir cumhuriyet karşıtı söz çıkmamış. Devlet büyükleriyle iyi ilişkiler kurmuş. Ordu dışında hemen tüm önemli kurumlarda önemli ''mevziler'' elde etmiş. ABD'nin ''etkin'' desteğini sağlamış. Görünüşte Atatürk'e ve cumhuriyete saygılı. Ama tüm eğitim ağı ile cumhuriyetin temellerini ağır ağır kemiriyor. Amacına ürkütmeden, acıtmadan ulaşma yöntemini seçmiş. Kutlular ve Gülen. İkisi de Nurcu. İnançları ve amaçları aynı, yöntemleri ayrı. Hangisini seçersiniz? Kırk katırı mı, kırk satırı mı? Hakkındaki bilgilerimiz arttıkça, Sayın Gülen beni korkutuyor. Bay Kutlular'a ise gönülden teşekkür etmek istiyorum. En körlerin bile gözünü açmak konusundaki katkıları için! Tanrı'nın kullandıkları ile Tanrı'yı kullananları daha iyi ayırmamızı kolaylaştırdığı için!
Ahmet Taner KIŞLALI 20 Ekim 1999 Cumhuriyet ©