29 Şubat 2008 Cuma

Ah kadınlar

Mine G.. Kırıkkanat 25.01.2008... Beş köşeli Kızıl Yıldız, zır cahil olmayan herkesin bildiği gibi komünizminve sosyalizmin sembolüdür. Beş köşe, beş kıtayı simgeler, işçi ve emekçi "enternasyonal"ini ifade eder. Oysa Kızıl Yıldız, aynı zamanda bir İslamiyet sembolüdür de. Beş köşesi,İslamın beş şartını simgeler: Kelime-i Şahadet, namaz, zekât, oruç, hac. Zaten Cezayir, Tunus ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti bayraklarında hilalle birlikte yer alan beş köşeli yıldız daböylece kızıldır... Ateist komünizm ile Allah dini İslamiyetin aynı sembolde buluşması ne tuhafdeğil mi, sayın seyirciler? Ama semboller tarihi, araştıranlar bilir, böyle tuhaflıklarla doludur ve birbiriyle taban tabana zıt fikirlerin tıpatıp simgelerle ifade edildiğinesık rastlanır. Yahudiliği simgeleyen altıgen Davut Yıldızı, Hristiyanlığın BeytlehemYıldızı ve Haçı ile İslamiyet'in yeşil, beyaz, kızıl yıldızlı Hilal'i arasındaki hiç bitmeyen kavgada, bunca geçmiş ve bence gelecek savaşakarşın, aynı zikri paylaştıkları tek fikir de kadın hakkındadır. Çok tanrılıdan tek tanrılıya, tarihteki tüm dinler birbirinden alıntılar yapmış, her yeni din bir öncekinin mabedi üstüne yükselmiş, taşlarınıkullanmıştır. Roma tanrıları Yunan tanrılarına öykünmüş, Yahudilik veHristiyanlık yayıldıkları bölgelerde kendilerinden önce varolan dinlerin kutsal mekân ve tapınaklarına yerleşmiş, ritüellerini de öğretilerineuyarlamışlardır. Örneğin Ayasofya Kilisesi'nin temelleri 325 yılında bir Apollon tapınağınınüstüne atılmış, 1453 yılında da camiye dönüştürülmüştür. 785 yılında bir Vizigot tapınağının üstüne yapılan Cordoba Camii de, 1523'te kiliseye...Tek tanrılı dinlerin başlıca ve ortak amacının, anaerkil toplumdan ataerkiltopluma geçiş olduğunu artık biliyoruz. Bu geçiş dişi tanrıçaların yerine, temsilcisi ve peygamberleriyle tüm sözcüleri erkek olan tek tanrıya, Allah'aimanla gerçekleştirilmiş tir. Tarih kitapları, bugünkü Kâbe'nin yerinde Allat, Uzza ve Menat adlıtanrıçalara tapınılan bir mabet olduğunu ve 605 yılında yıkılarak yerine İslamiyet'in kutsal mekânı Kâbe'nin inşasına başlandığını yazıyor.630 yılında böyle pek çok tapınağın yanısıra, bu üç tanrıçanın Minavadisindeki putları da yıkılmış ve günümüzde, şeytan olarak taşlanan sütunlar yapılmış... İslamiyet öncesi Mekke'de, sabah yıldızı Uzza, mutluluk tanrıçası Menat ve gökyüzü tanrıçası Allat'ın, görünmeyen büyük tanrı olarak tanımlanan Allah'ın kızları olduğuna inanılırmış. Kimi kaynaklar, zaten tanrıça Allat adının da Allah'tan geldiğini öne sürüyor.İslamiyet, bu inançtan yalnızca Allah'ın varlığını tanıyarak, kızları efsanesini ret ve tanrıça putlarını şeytan ilan ediyor. Zaten İslamiyettarihinde 615-616 yılları arasında yaşanan "Şeytan Ayetleri" krizi de bu üç tanrıça yüzünden patlak veriyor. Bugün Mina'daki büyük şeytan Akabe, tanrıça Allat'ın sembolü... Orta şeytan Vusta, tanrıça Menat'ı, küçük şeytan Suğra da tanrıça Uzza'yısimgeliyor. Başka bir deyişle Hac zamanı Mina'da şeytan taşlamak, anaerkil toplumyapısı, "kadın hegemonyası" nı kovmak demek, hâlâ. Ancak şeytan taşlayan hacıların hemen hiçbiri bunu bilmiyor. Sembol kalmış, neyi ifade ettiği unutulmuş çünkü. Yahudilik ve Hristiyanlıkta da kadın, şeytanla özdeşleştiriliyor ilkçağlarda. Orta Çağ'da bile Engizisyonun şeytana tapıyor diye yaktığı"sapkın" nüfusun onda dokuzu, kadın... Üç tek tanrılı dinin, kadının örtünmesi, özellikle de kafasını örtmesi şartında uzlaşması, bir raslantı değil sizin anlayacağınız. Katolik Aziz Paulus, Korintoslulara 1. Mektup'ta "Kadın örtünmüyorsa saçı kesilsin, kadına saç kesmek ya da kafa kazımak ayıp ise örtünsün!" derken,sadece Yahudilikten alıntı yapıyor: Köktendinci Yahudi kadınlar, bazıyerlerde hâlâ ya başlarını kazıyarak açabilmek ya da örtmekle yükümlü tutuluyor. İyi ki artık böylesi çok az. Bütün bunları, "Allah'ın emri" diye kapanan kadınlar için yazıyorum. İnsan doğurmak görevini yüklediği kadın soyunu daha uzun ömürlü, dahadayanıklı yaratıp akıl ve zekâda erkekten geri koymayan Allah'ın, böyle bir emir verdiğini hiç sanmıyorum. Kadın tesettürünün, kadın zekâsı, dolayısıyla rekabetinden korunmak için erkek hegemonyası tarafından uydurulduğu çok açık. İslamiyet'in kadın problematiği, Yahudilikten 3900, Hristiyanlıktan 700 yüzyıl sonradan başlamış olmasından kaynaklanıyor. İşte bu yüzdendir ki, onların eski sembollerine, bizim ellerde yeni diye sarılınıyor.
Posted by Picasa

28 Şubat 2008 Perşembe

"GASTE" adlı propaganda taktiği

İstanbullular 11 Şubat'ta ücretsiz dağıtılan ve günlük çıkan "Gaste"yle tanıştılar.
Her sabah İstanbul'un yüzlerce noktasında dağıtım görevlileri kucaklarında bir tomar "Gaste"yle bekleyerek yoldan geçen herkese birer tane uzatıyorlar.
Uzun süren bir yürüyüş sırasında sizin de elinize bir Gaste geçmemesi ihtimali neredeyse sıfır. Gaste'yi belediye otobüslerinden de rahatlıkla edinebiliyorsunuz.
Başbakan Erdoğan'ın danışmanı Cüneyt Zapsu'nun ağabeyi Abdulaziz Zapsu ücretsiz dağıtılan Gaste'nin ortaklarından.
Bir kent gazetesi olmasına karşın kent politikalarının hiçbir şekilde eleştirilmediği Gaste'de bol bol tam sayfa reklam var.
Gaste Fettullah Gülen'in cemaatinin gazetesi Zaman'ın matbaası olan Feza Matbaacılık'ta basılıyor.
Halkın giderek yoksullaştırıldığı bir ülke de bedava gazete bedava bilgi demek. Gaste örneği düşünüldüğünde ise bu aynı zamanda bedava manipülasyon, bedava yalan anlamına da geliyor.
Gaste'nin yerel seçimlere bir yıl kala çıkmaya başlaması da dikkatlerden kaçmıyor.
Her gün Gaste okuyan İstanbullular artık ne kanalizasyon çukurlarına düşen Dilara'dan ve İSKİ'nin ihmalinin arkasında yatan rant ilişkilerinden,
ne İstanbul ulaşımına yapılan örtülü zamlardan ne de İstanbul'u susuzluğa sürükleyen yanlış belediyecilik politikalarından haberdar olamayacak.
Bunların bazılarından haberdar olsalar bile Gaste onları bu olayları ya "Hak"kın takdiri olarak ya da resmi makamların yaptığı açıklamaları referans göstererek anlatacak.
Yerel seçimler öncesinde Gaste'nin AKP'nin işini oldukça kolaylaştıracağı söylenebilir.
AKP iktidarı son dönemde yaptığı ataklarla medyadaki elini oldukça güçlendirdi.
ATV-Sabah grubu yayın organlarının Tayyip Erdoğan'ın damadı Berat Albayrak'ın Genel Müdürlüğü'nü yaptığı Çalık Grubu'na devrini, RTÜK, geçtiğimiz günlerde onaylamıştı.
Böylece AKP medya alanında Doğan Grubu ile başı çeken bir pozisyona geldi.
Devlete ait olan TRT, Yeni Şafak, Zaman gazeteleri, STV, Kanal 7'nin başını çektiği İslamcı medya, Star Gazetesi ve daha bir çok basın ve yayın organı doğrudan veya dolaylı şekillerde AKP politikalarına emri amade.
Şimdi bu listeye ATV-Sabah grubundaki yayın organları ve Gaste ekleniyor. AKP Türkiye'de iktidarda payı olan ne var ne yoksa hepsini sırasıyla kontrol altına alıyor.
Bu konuda medyadaki pozisyonunu ise çoktan sağlamlaştırdı.
İyi uykular Türkiye... NOt: Lütfen bu mesajı yazıcıdan almadan önce doğa ve çevreyi düşününüz. Teşekkürler…

20 Şubat 2008 Çarşamba

Uygulamaları ve hedefleri açısından...

Atatürk, Orta Asya ile ilişkilerini daha Kurtuluş Savaşı döneminde kurdu. Afganistan'a heyet gönderen Atatürk, bu bölgedeki soydaşlarla ileriye dönük bağlantı kurulması gerektiğini dile getirdi. Ali KÜLEBİ TUSAM Ulusal Güvenlik Stratejileri Araştırma Merkezi Başkanvekili akulebi@tusam.net Sultan Galiyev 20. yüzyılın başında Sovyet egemenliğine girmiş Türk Dünyası'nda ümidini Türkiye'nin geleceğine odaklayarak şu değerlendirmeyi yapmıştı: "Türkleri zayıflatmak, Balkanları, Mısır'ı, Arabistan'ı, Mezopotamya'yı ellerinden almak için, Avrupa yüzyıllar boyunca mücadele vermek zorunda kaldı. Avrupalı hükümdarlara Türkiye'yi sindirmek nasip olmayacaktır. Türkiye yaşıyor ve yaşayacaktır. Türkiye yalnız kendini yaşamakla yetinmeyecek ve Avrupa tarafından zorla koparılmış olan kendi eski parçalarına ve geri kalan tüm Ortadoğu'ya hayat verecektir." Galiyev Rus topraklarında ön plana çıkan bir Türk düşünür, siyasetçi ve stratejist olarak bu tespiti, yani Türklüğün engin ufuklarını ve potansiyelini Asya'nın başka bir köşesinden tespit ederek eyleme geçerken bir başka Türk, Mustafa Kemal Atatürk de Galiyev'e ümit verecek mücadeleyi başarıyordu. Mustafa Kemal, Türklüğün bağımsız ve egemen bir devlet olarak ortaya çıkmasını, emperyalizmin bütün acımasız ve Türklük düşmanlığına karşın sağladı. Emperyalizmin, Batı'nın Türklük üzerindeki emellerini, düşmanlığını tespit etmiş olan öteki Türklük sevdalısı Galiyev de Stalin tarafından öldürtüldü. Batı'nın Türklük üzerindeki emellerini bilen, anlayan ve Türk Dünyası'nın büyük potansiyelini tespit etmiş olan büyük Türkçüler bugün maalesef yaşamıyorlar. Belki maceracı olarak nitelendirilebilecek Enver Paşa, Türklüğün engin zenginliğini keşfetmiş olduğundan, yeni bir Türk İmparatorluğu uğruna bu günkü Tacikistan'ın Çeken Bölgesinde şehit düştü. Türk Birliği'ne inanmış ve Türkiye ile Azerbaycan'ın "bir millet iki devlet" olmasının da ötesinde tek devlet anlayışında hayalleri olan Ebulfeyz Elçibey de yaşamıyor artık. Gaspıralı İsmail Bey de yok ve en önemlisi, emperyalist her türlü oyun ve ittifaka karşı, yıkılmış bir İmparatorluktan mazlum milletlere mücadele ve özgürlük aşılayarak modern ve Batı'nın tahammül edemediği bir devlet yaratan Mustafa Kemal Atatürk de fiziken yok. Ama Atatürk'ün, Türklüğün engin ufukları konusunda ışık tutacak fikirleri ve bunun da ötesinde icraatları bize rehber olmalı. Sovyetler'in dağılacağını ve buna hazırlıklı olunmasını daha 1933 yılında Çankaya köşkünde bir konuşmasında; "Bugün Sovyetler Birliği dostumuzdur müttefikimizdir. Bu dostluğa ihtiyacımız vardır. Fakat yarın ne olacağını kimse bugünden kestiremez. Tıpkı Osmanlı gibi, tıpkı Avusturya-Macaristan gibi parçalanabilir, ufalabilir. Bugün elinde sımsıkı tuttuğu milletler avuçlarından kaçabilirler. Dünya yeni bir dengeye ulaşabilir. İşte Türkiye ne yapacağını bilmelidir... Bizim bu dostluğumuz idaresinde dili bir, inancı bir, özü bir kardeşlerimiz, onlara sahip çıkmaya hazır olmalıyız. Hazır olmak yalnız o günü susup beklemek değildir. Hazırlanmak lazımdır. Milletler buna nasıl hazırlanır? Manevi köprüleri sağlam tutarak. Dil bir köprüdür... İnanç bir köprüdür... Tarih bir köprüdür. Köklerimize inmeli ve olayların böldüğü tarihimizin içinde bütünleşmeliyiz. Onların bize yaklaşmasını bekleyemeyiz. Bizim onlara yaklaşmamız gerekli" demiştir. Mustafa Kemal'in her konuda olduğu gibi jeopolitik açıdan da engin dehası bu vesile ile ortaya çıkmıştır. Çünkü Atatürk, hiç gitmediği Türkistan ve Türk Dünyası'nın doğudaki ileri coğrafyasındaki muazzam Türklük potansiyelini tespit etmişti. Bunun ne denli önemli bir hazine olduğunun ve ciddiyetinin farkındaydı. Sovyetler Birliği ile Cumhuriyetimizin ilk dönemindeki hassas ve Rusları rahatsız etmeyecek ilişkilerin politika açısından ön plana çıktığı özel döneme rağmen o günlerde bile, bugün siyasilerimizin yıllardır süregelen ilgisiz ve inançsızlığı nedeniyle aktör olmaktan çıktığımız Türkistan ve yakın çevresindeki potansiyelimizi derinliğine biliyordu. Balkanlardan, Türkistan ve Kafkasya, daha doğuda Altay Bölgesinden Baykal Gölüne, güneyde Taklamakan Çölüne, hatta Afganistan ve Pakistan'a kadar uzanan engin coğrafyadaki Türk etkinliğini biliyordu. Nitekim Sovyetler Birliği dağılınca, 70 yıldan çok bir süre Türklüğü ve Müslümanlığı unutturulmak istenen bu coğrafyada kendini Türk olarak niteleyen liderlerin önderliğinde yeni devletler çıktı. Azerbaycan'da Elçibey ve Aliyev, Özbekistan'da İslam Kerimov, Kazakistan'da Nazarbayev Türklük söylemleriyle halklarını bağımsızlık yolunda yüreklendirdiler. Moskova'nın bütün Türk bölgelerindeki Ruslaştırma, suni sınırlar yaratma ve asimilasyon çalışmalarıyla Türklüğü silmek istedikleri enkazdan devletler yaratma başarısını gösterdiler. Çünkü her ne kadar Ruslar Türklük bilincini bu topraklardaki soydaşlarımıza unutturmak istemiş olsalar da Rusların tanım olarak özellikle kullandırmamak istedikleri Türkistan'ın büyük ozanı Ali Şir Nevai'nin "Ger bir kavm yüz yoksa mingdir Muayyen Türk Ulusu hod meningdir." (Eğer bir kavim eğer yüz yoksa bindir Muayyen Türk Ulusu hep benimdir.) diyerek dile getirdiği dizelerinde asırlardır süregelen Türklük bilinci ortadadır. Türkistanlı birçok şairin, bilim adamının dile getirdikleri Türk olma özelliği, Türklük konusunda spekülasyonlar yapmak gafletinde bulunan gafillerin suratına çarpacak birer kamçıdır. Bu ve benzeri dizelere Orhun yazıtlarının ve Timur'un dizeleri, Atatürk ve Türkçülere ilham vermiştir. ATATÜRK'ÜNGÖRÜŞLERİ Umutsuz bir toplumdan büyük bir millet yaratma başarısını gösteren Atatürk'ün vizyonu büyüktü. O, kendine yeterli bir toplum olduktan sonra Misak-ı Milli sınırlarının genişletileceğini çeşitli vesilelerle dile getirmiş ve bu nedenle de özellikle Batı dünyasının kabusu olmuştu. Tayfur Bey'in (Sökmen) Atatürk'e yazdığı bir mektupta Hatay'ı kastederek "Sancak Millî Misak'a dâhil midir?" sorusuna verdiği cevap : "Türklerin yaşadığı her yer Millî Misak içindedir." (Tahsin Banguoğlu : "Milli Misak ve Lozan", Türk Edebiyatı, Ekim 1987, s.7) O, Misâk-ı Millî sınırları dışında kalan Orta Asya Türklerini hiç bir zaman unutmadı. Mecliste yaptığı bir konuşmada: "Malum-ı âliniz olduğu veçhile Rusya'ya bir sefaret heyeti gönderiyoruz. Bu heyet-i sefaret esasen malum olan, mazbut olan kadrosu dâhilindedir. Fakat Rusya'da ve Rusya ile temasta namütenahi İslâm kütleleri vardır. Bu İslâm kütleleri içinde bizim ifa edebileceğimiz bir takım hususi, mahrem ve fevkalâde vezaifimiz vardır. Bittabi bu vezaifin mahiyeti ilân edilerek oraya memur heyet gönderilemez. Sırf bu vezaif-i mahsusayı ifa ettirebilmek, takib ettirebilmek, icabında izhar edilebilmek üzere heyet-i sefaretin kadrosuna heyet-i ilmiye namıyla bir heyet ilâve edilmiştir. Heyet-i ilmiye denildiği zaman mânasından istidlâl edildiği gibi, oraya yalnız tetkikât-ı ilmiye yapacak değildir. İfade ettiğimiz gibi vezaif-i mahsusa ifa edecektir." Türkistanlı yazar ve bilim adamlarını çok iyi bildiği ve bir Ali Şir Nevai hayranı olduğu söylenen Atatürk, Türk kültürü ve dili ile ilgili olarak; "Türkiye dışında kalmış Türkler, ilkin kültür meseleleriyle ilgilenmelidirler. Nitekim biz Türklük davasını böyle bir müspet ölçüde ele almış bulunuyoruz. Büyük Türk tarihine Türk dilinin kaynaklarına, zengin lehçelerine, eski Türk eserlerine önem veriyoruz." demişti. Atatürk, Türk dilini geliştirerek ve yayarak, dilimizin Balkanlardan Çin Seddine uzanan Türk dünyasının yegâne sesi ve düşünce vasıtası olmasını istemişti. O, Türkiye Türklerinin önderliğinde Batı Türklerinin dilini, Orta Asya yani Türkistan Türklerinin konuştukları dil ile kaynaştırmak ve müşterek bir tarihe sahip olan Türk dünyasının, lehçe farklılıklarını gidererek müşterek bir dil bağı ile birleşmelerini istiyordu. Atatürk doğumuzdaki büyük bölgede yaşayan soydaşlarımızın tarihinin, coğrafyasının ve kültürünün doğru öğrenilmesini isterken değişebilecek dünya dengeleri karşısında gelecekte güçlü ve etkili olabilmek için bu bölgede ortaya çıkacak ülkelerle birlikte hareket etmek zorunda olduğumuzu da tespit etmişti. "Türk Kültürü bütün Türklerin kültürüdür. Bu kültür nerede olursa olsun Türkün malıdır... Her Türkü de Türkiye'yi de alâkadar eder" diyerek de Türkiye'nin dış Türklerle kültür varlıklarını idame çerçevesinde ilgilenmesinin gereğini vurgulamıştı. Yeryüzünde ne kadar çok Türk, ne kadar çok Türk ülkesi, ne kadar yaygın Türk Kültürü olursa, Türkiye o nispette rahat eder ve yalnızlıktan kurtulur diyerek büyük Türk Birliği'nin gerekliliğine işaret etmişti. Asya, Atatürk'ün iki temel noktada ilgi alanına giriyordu. Bunlardan biri, Asya'nın Anayurt olması ve orasının; dili Türk, kültürü Türk, uygarlığı Türk, tarihi Türk olan halkların diyarı olması, diğeri de, geleceğin dünyasının şekillenmesinde Asya'nın yükleneceği işlevlerdi. Atatürk'ün tarih ve strateji bilinci, Anadolu'daki Türk varlığının korunmasının Türkistan'la birlikteliğe bağlı olduğunu; Asya'daki Türk varlığının, kültür ve uygarlığının korunmasının da Türkistan Türklüğünün Anadolu Türklüğü ile bütünleşmesinden geçtiğini öngörüyordu. Bütün bu noktalardan hareket ederek de Büyük Türk Birliği'nin mayasının ve yapı taşlarının Orta Asya'da olduğunu da tespit etmiş ve eyleme geçmişti. Çünkü O bir eylem adamıydı. ATATÜRK'ÜNBÜYÜKÜLKÜSÜ Türkistan aşığı olduğu çeşitli yaklaşım ve düşüncelerinden anlaşılacak Atatürk'ün Ali Şir Nevai hayranlığı bilinir. Yine tarihi şahsiyetlerden Emir Timur'a hayran olduğunu dile getirmesi, onun Türkistanlılara olan sevgisinin bir başka tezahürüdür. Atatürk 1402'de Ankara'da Osmanlı Ordusunu yenmesi sebebiyle genelde Osmanlı aydınlarının soğuk durduğu Timur'u dünyanın en büyük komutanı olarak görmektedir. Bunla ilgili düşüncelerini de; "Ben Timur zamanında olsaydım, onun yaptığını yapabilir miydim? Onu söyleyemem. Fakat o benim zamanımda olsaydı, belki daha çoğunu yapabilirdi" ve "Bence, dünyanın en büyük komutanı Timur'dur. Hiçbir savaşını şansa bırakmamıştır. Her savaşına senelerce önceden inceden inceye hazırlanmıştır" diyerek dile getirmişti ve bu deyişlerden Atatürk'ün ünlü Türk komutanı çok iyi incelediği anlaşılmaktadır. Atatürk'ün Orta Asya ve buradaki Türklerle somut ilişkisi Kurtuluş Savaşı günlerinde başlamıştı. Türklerin yoğun olarak yaşadıkları bu ülkeye o zaman güçlü ve kıymetli bir düşünür, edebiyatçı ve dışişleri mensubu Memduh Şevket Esendal büyükelçi olarak gönderilmişti. (Büyük Oyundaki Türk: Enver Altaylı, İrfan Ülkü, İlgi Kültür Sanat, İstanbul, Ocak 2008, S:26) Esendal'ın yanı sıra çeşitli alanlarda uzman danışmanlarla Ankara, Türkistan'da o günlerde bugünkünden daha büyük bir aktördü. Kurtuluş Savaşı'nın ve sonrasının güçlüklerine rağmen Mustafa Kemal Orta Asya'ya ve büyük Türk Dünyası'na el atmaya kararlıydı. Temelde yüzü Batı'ya dönük gibi değerlendirilen yüce Atatürk'ün yüzünün Doğu'ya, Türkistan coğrafyasına dönük olduğu böyle birçok hususla ortaya çıkmaktadır. O, Cumhuriyet döneminde oluşturduğu Balkan Paktı ve Sadabad Paktı gibi kuruluşlarla, bir yandan ülkemizin güvenlik duvarlarını oluştururken, diğer yandan da bir Avrasya açılımı yaratmak istiyordu. Bu bağlamda; görev ile Moskova'ya gönderdiği ilim heyetinden İsmail Suphi Bey'in bir müddet sonra Türkistan'a da gönderildiği bilinmektedir. 1921 Temmuzu sonlarında Buhara'ya varan İsmail Suphi Bey'in vazifesi, Atatürk'ün direktifleri istikametinde, Türkistan milli birliğinin kuruluşu için Türkistan Türkleri arasında arabuluculuk yapmaktı. Mustafa Kemal tarafından İsmail Suphi Bey'e verilen talimat, Türkistan'da bir Türk birliğinin oluşabilmesi için, Türkistan Türklerini bir araya getirecek örgütlenmeyi sağlamaktır. İsmail Suphi Bey, Zeki Velidi Togan'ın başkanlığını yaptığı Türkistan Milli Birliği adlı örgütü daha da genişleterek Milli İttihat Fırkası'nı kurar. Fırkanın başına Zeki Velidi Togan getirilir. Türkistan'da milli birlik hareketi etkinleşmeye başlar. Bir süre sonra Rusya'nın yoğun baskıları sonucu birliğin liderlerinden Zeki Velidi Bey, Osman Hoca ve Sadruddin Han Türkistan'ı terk etmek zorunda kalırlar. Feyzullah Hoca, 6 Ekim 1920'de kurulan Buhara Halk Cumhuriyeti'nin ilk Başbakanı ve Dışişleri Bakanıdır. Bizim Milli Mücadelemize Lenin'in gönderdiği söylenen para yardımının kaynağı, işte bu Cumhuriyettir. Osman Hocaoğlu ve Feyzullah Hoca'nın Lenin'le yaptıkları görüşmelerde bir kurul kurulmasına karar verilir. Bu kurulda Feyzullah Hoca da yer alır. Kurulun yaptığı değerlendirmeler sonunda yardımın miktarı belirlenir. Bu miktar 100.000.000 altın ruble olacaktır. Bu para Buhara Halk Cumhuriyeti tarafından temin edilerek, Türkiye'ye aktarılmak üzere Lenin'e teslim edilir. Lenin bu paradan yaklaşık 15.000.000 altın rubleyi Türkiye'ye gönderir, gerisine el koyar. Buhara Halk Cumhuriyeti, Milli Mücadeleye yardım etmekle kalmaz Mustafa Kemal'le diplomatik ilişkiler de kurar. Sakarya zaferini kutlamak üzere 17 Ocak 1921'de Buhara Halk Cumhuriyetinden bir heyet Ankara'ya gelir ve Mustafa Kemal ile görüşür. Bu heyet, Mustafa Kemal'e zaferin hediyesi olarak üç adet kılıç ile Timur'a ait bir Kuran-ı Kerim'i hediye eder. Mustafa Kemal heyetle yaptığı görüşmeden sonra meclis kürsüsünden bir konuşma yapar: "Türkistanlı kardeşlerimiz Sakarya zaferi münasebetiyle bize üç kılıç ve bir de Kuran-ı Kerim göndermişler. Türk milleti adına kendilerine teşekkür ederim. Bu mukaddes kitabı Türk milletine hediye ediyorum. Bu üç kılıçtan birini ben aldım. İkincisini, Batı Cephesi kumandanı olarak İsmet Paşaya verdim. Üçüncüsünü de İzmir fatihine saklıyorum. Bu kılıç İzmir'e ilk giren kumandanın beline takılacaktır." Üçüncü kılıç, 9 Eylül sabahı saat 10.30'da İzmir'e girerek, yaralarından kanlar sıza sıza Hükümet Konağına şerefli Türk bayrağını çeken İkinci Süvari Tümeni 4. Alayında Bölük Komutanı olan Yüzbaşı Şerafettin Bey'e verilmiştir. Atatürk, bu kılıçla birlikte Yüzbaşı Şerafettin Bey'e "İzmir" soyadını da vermiştir. Görüldüğü gibi, Atatürk Millî Mücadele'nin o ateşli günlerinde bile Türkistan Türklüğü ile bağlarını güçlü tutmuş, onlarla yakından ilgilenmiştir. (Prof. Dr. Hüseyin KARADAĞ arşivi::http://www.21yyte.org/tr/yazi.aspx?ID=465&kat=31) Atatürk çalışmaların gizli surette yürütülmesine dikkat etmiştir. Çünkü bu sıralarda Sovyetler Birliği hükümeti ile diplomatik ilişkiler iyi yolda gitmektedir. 18 Mart 1921 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti ve Sovyetler Birliği arasında imzalanan Moskova Antlaşmasıyla da, Sovyet Rusya, tespit edilmemiş bir süre için Türkiye'ye her yıl 10 milyon altın ruble vermeyi taahhüt etmiştir. Bu şartlar altında Atatürk, Dış Türkler konusunda ölçülü hareket etmek, onu şuurlu bir ülkü meselesi görmek ve şuurlu ülküyü müspet ilme, ilmi usullere dayandırılmış bir hedef ve gaye şeklinde tanıtmak istemiş ve olumlu yöntemlerle, bilhassa propagandaya önem vermenin gerekliliğini öne sürmüştür. Durum böyle olunca, Rusya mahkûmu Türk ülkelerine bağımsızlıklarını kazanmaları yolunda tam anlamıyla kuvvetli bir destek sağlanamamıştır. Buna karşılık, Sovyetler Birliği'nden bir yolunu bularak kaçıp Türkiye'ye sığınan çok sayıda Rusya Türküne kucak açılmış, bu aydın sınıf, halklarının bağımsızlık davasını, Bolşevik hükümet aleyhine olmak kaydı şartıyla buradan yürütmüştür. Bu dönemde, Sovyet zulmünden dolayı Türkistan'dan kaçan gençler himaye altına alınıyor ve Türkiye'ye gönderiliyordu. Bunlar arasında Doğu Türkistan'dan kaçanlar da vardı. Bu gençlerin büyük bir kısmının askeri okullarımızda okutulup Silahlı Kuvvetlerimize katılmaları heyecan verici bir olaydı. Yine Bolşevik zulmünden kaçarak Türkiye'ye sığınan Rusya Türklerine büyük bir sevgi ile kucak açan Atatürk, birçoğu Sovyet Rusya hükümetince yasaklı siyasetçi olan bu aydınların, Türkiye'de ülkelerinin bağımsızlığı yolunda mücadele vermelerine imkân sağlamıştır. Bunlardan, Kazan Türklerinden Prof. Dr. Sadri Maksudi Arsal, Prof. Dr. Yusuf Akçura, Başkurt Türklerinden Prof. Dr. Zeki Velidi Togan, Prof. Dr. Abdülkadir İnan, Kırım'dan Cafer Seydahmet Kırımer ve Azeri Türklerinden Prof. Dr. Ahmet Caferoğlu, Ahmet Ağaoğlu, Mehmet Emin Resulzade, Mirza Bala Mehmetzade ve daha pek çokları Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş kadroları içinde yer almıştır. Esendal'ın Türk Dünyasındaki çalışmalarının yalnız Afganistan ile sınırlı kalmaması ve Büyükelçi olarak bulunduğu Azerbaycan ve İran'da da benzeri çalışmaları gerçekleştirmiş olması Atatürk'ün vizyonunun eseriydi. Yine Esendal'ın Türk Dünyası ile ilişkilerinin Hindistan'a kadar uzandığı ve burada da faaliyetlerde bulunduğu bilinmektedir. Atatürk'ün Afganistan'a olan ilgisinin yoğunluğu büyük stratejik dehasının sonucudur. Çünkü nasıl İngilizler 19. yüzyıldan bu yana Afganistan'a ilgi duymuş Amerikalılar, 2001 yılında 11 Eylül'ü bahane ederek bu ülkeyi işgal etmişlerse Atatürk de bu ülkenin Türkistan'a uzanan kilit taşı olduğunu biliyordu. Hatta Kurtuluş Savaşı esnasında Atatürk'ün bazı subayları Afganistan'a göndermesi üzerine karşı çıkan Mareşal Fevzi Çakmak'a; "Biz Anadolu'da verdiğimiz İstiklal Savaşı'nın güvenliğini Afganistan'dan sağlamak zorundayız" şeklinde yanıtlamıştı. (aynı eser; sayfa:302) Çünkü Atatürk Türklüğün bağımsızlık yolundaki mücadelesinin yolunun evrensellikten, Türklüğün evrenselliğinden geçtiğini tespit etmişti. Atatürk, Milli Azerbaycan Cumhuriyeti'nin Bolşevikler tarafından sona erdirilmesinden sonra Moskova'ya bağlı olarak kurulan Azerbaycan Sovyet Cumhuriyeti zamanında bu yeni hükümetle ilişki kurmuştur. Doğu Cephesi komutanı Kazım Karabekir Paşa'nın tavsiyesiyle, bir Türk Büyükelçisi Bakü'ye gönderilmiştir. Bu yakın ilişkiler sonucu, Atatürk'ün Kurtuluş Savaşı sırasında Sovyetlerden aldığı söylenen mali ve askeri yardımın bir kısmının da Azerbaycan'dan, Nerimanov'dan olduğu bilinmektedir. İşte Türklüğün evrenselliği bu noktada ve benzeri şekilde Türkistan ve Azerbaycan'ın Kurtuluş Savaşımızı kendi savaşları olarak kabul etmeleriyle ortaya çıkmaktadır. Cumhuriyetin kurulmasıyla Atatürk'ün yaptığı işlerden ilkinin Türk Tarih ve Dil Kurumlarını kurup, Türk Tarihi'nin enginliğini, zenginliğini araştıracak kongreler düzenletmek olmuştur. Yine iletişim ve kültürel etkileşim ile Türkistan ve ötesinde yaşayan soydaşlarımıza ulaşmanın en önemli yollarından birinin o zamanki en güçlü iletişim aracı radyo olduğunu bilen Atatürk 1934 yılında verdiği emirle Adriyatik'ten Japon Denizi'ne yayın yapabilecek bir radyonun, Ankara Radyosu'nun kurulması emrini vermişti. "Dünyada şimdiye kadar başka başka milletlerin birlik kurdukları ve yüzyılları beraberce yaşadıkları görülmüştür. Bizim, kurmak istediğimiz birliğin tarihte geçmişi olan birliklerin en üstünü olmasını isteriz" diyen Atatürk, bu fikri vicdanında bir sır gibi saklıyor bütün hareketlerini o noktayı hedefleyerek gerçekleştirmeye çalışıyordu. İşte bu husus Atatürk'ün gözünde gerçek "milli misak'tı". Bunu sağlamak amacıyla da mali bütün olanaksızlıklara karşın bütçeden 1924 yılında 200.000 altın karşılığı bir ödenek ayrılmış ve Türkiyat Enstitüsü kurulmuştu. Öte yandan da Avrupa başta emperyalist devletlerin yanı başında, onlara karşı adeta Türklüğün bir uç beyliği gibi dik duran genç Türkiye Cumhuriyeti'nin emellerinin büyüklüğü, Atatürk'ün Türkistan'a ilgisinin yanı sıra Kerkük, Musul, Kıbrıs ve Selanik'in milli sınırlara katılması gereği üzerindeki sözleriyle de ortaya çıktığının bu vesileyle unutulmaması gereğini ortaya koyar. Atatürk'ün Afganistan'daki çalışmaları emredip yönlendirmesi, onun Türklük ile ilgili ufkunun çok ötelere uzandığının kanıtıdır. Genç Cumhuriyet'in emperyalistlerin iştahla baktıkları bir lokma haline gelmemesi için verdiği mücadele Atatürk'ün "Büyük Türk Birliği'ni" kurma fikrini ileri bir tarihe ertelettiğini düşünmemizi gerektirir. Çünkü genç Cumhuriyet'in bekasının yanı sıra Osmanlı'nın son zamanlarında unutturulmak istenen Türklük şuurunun yeşertilmesi, güçlendirilmesi de Atatürk'ün en önemli eserlerindendir.

19 Şubat 2008 Salı

Dünya yeniden kurulurken türbanı tartışmak!

15 Şubat 2008 Dünya yeniden kurulurken türbanı tartışmak! Türkiye yediden yetmişe türbanı tartışırken dünya yeniden kuruluyor! Bu konular, birkaç dış politika yazarı dışında kimsenin ilgisini çekmiyor! ABD Genelkurmay İkinci Başkanı, aniden Ankara’ya gelip dönüyor. Ardından ABD Adalet Bakanı Irak’ı ziyaret ettikten sonra Türkiye’ye geliyor. ABD, füze kalkanı sistemini Kafkaslar, Hazar veya Türkiye’ye yerleştirebileceklerini açıklarken Ukrayna Cumhurbaşkanı Yuşçenko, Moskova’da Putin’e teminat verdi: “Rusya istemedikçe NATO’ya üs vermeyiz. Bunu gerekirse anayasamıza bile yazarız!” ***Murat Atasever imzalı bir yorumda ise şu değerlendirme yapılıyor: “İngiltere Başbakanı, Hindistan’a gidiyor ’Dünya yeniden kurulmalıdır’ diyor! Sarkozy durur mu; o da soluğu Hindistan’da alıyor! Ali Babacan da Hindistan’a gidiyor! Türkiye-İsrail-Hindistan ekseninden bahsediliyor. Sarkozy, önüne gelenle nükleer enerji anlaşması yapıyor. ABD, Fransa ve Türkiye’nin ziyaret trafiği birbiriyle örtüşüyor! Nabucco projesi yeniden gündeme geliyor. Türkiye’nin ABD ile birlikte Irak’ın petrol ve doğal gazında söz sahibi olacağı söyleniyor! Rusya Irak’ın borçlarını siliyor!Ahmedinejad, Mart ayı başında Irak’a gidiyor! Ahmedinejad’ın Türkiye’ye gelip gelmeyeceği açıklanmıyor! ABD, Türkiye’ye nükleer teknoloji vermeye hazırlanıyor! ’Fransa’nın nükleer teknoloji verdiği ülkelere Türkiye de nükleer yakıt verecek’ haberleri çıkıyor. ’Türkiye nükleer yakıt üssü olacak’ deniliyor. ABD Irak’ta kurmakta olduğu askeri üssün kalıcı olmayacağını ilan ediyor, Türkiye’ye ’İncirlik’ten vazgeçmiyorum’mesajı veriyor!PKK etkisizleştiriliyor! Kerkük referandumu erteleniyor!I rak’ın üçe bölünmesinden vazgeçiliyor! Barzani ve Talabani sus pus oluyor, ’Kürdistan’dan vazgeçtik’ diyorlar! ’Kürdistan’haritası kaldırılıyor, Birleşik Irak haritası ve bayrağı kuzeye asılıyor!Türkiye, İran ile yaptığı elektrik ve doğal gaz anlaşmalarını buzdolabında bekletiyor! Fransa Birleşik Arap Emirlikleri’nde askeri üs kurmaya hazırlanıyor! İran, Basra körfezinde Çin’e askeri üs kurma izni veriyor! Türkiye, İngiltere ile stratejik işbirliği anlaşması imzalıyor! Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt İngiltere’ye gidiyor, iki bakan ve İngiliz Genelkurmay Başkanı ile görüşüyor! Stratejik bir anlaşmadan söz ediliyor. Rusya ’ABD, füzeleri Türkiye’ye yerleştirsin’ diyor, Türkiye en küçük bir açıklama yapmıyor! Bütün bunlardan vardığımız sonuç şudur: Rusya, Çin, Hindistan ve İran dörtlüsüyle baş edemeyenler, Irak ve Afganistan’da perişan olanlar, İran karşısında Türkiye’yi de yanlarına almaya kalkışıyor. Oyun Türkiye ve İran üzerine oynanıyor. Doğu bloğu İran üzerine, Batı bloğu Türkiye üzerine oynuyor. Allah muhafaza bu işin sonu Türkiye-İran savaşıdır. ” ***İsmet Paşa’nın ünlü Johnson mektubuna “Yeni bir dünya kurulur, Türkiye de o dünyada yerini alır” diye verdiği cevap geliyor insanın aklına! Peki ama, türban tartışmasına kilitlenmiş 70 milyonluk Türkiye adına kararı kim veriyor? Bu karar alınırken, kime danışılıyor, kime soruluyor? Üstelik, ülkenin başbakanı, böyle bir dünya gündemi varken başlattığı türban tartışması ile halk arasında kırılmalar, çatlamalar meydana getiriyor. Kimisi, Osmanlı’yı yeniden kurmaktan bahsediyor, kimisi de ’Taliban rejimi?’ korkusu içinde! Kızılelma, Ergenekon, Kuvayı Milliye, Müdafai Hukuk gibi kavramlar kirletilerek Türk Milleti’nin ABD ve AB karşısındaki milli direnç psikolojisi, hükümet ve medya işbirliği içinde çökertiliyor! Irak’a sınır ötesi operasyonu ayrı, türban tartışmasını ayrı, Ergenekon operasyonunu ayrı ve füze kalkanı, nükleer yakıt deposu arayışını ayrı ayrı değerlendirmek, tuzağa düşmek demektir! Son bir-iki ay içindeki bütün olaylar aynı planın parçası gibi görünüyor!

TURAN ÇÖMEZLE YAPILAN BİR RÖPORTAJ

“BANA YUNANİSTAN’IN RAYTİNG ŞİRKETİNİ VERİN, SİZE ON YIL İÇİNDE ELİNDE TÜRK BAYRAKLARI İLE DOLAŞAN YUNANLI BİR NESİL YETİŞTİREYİM” Turhan Çömez... Tezkere görüşmeleri sırasındaki Irak gezisi, Latin Amerika’daki solcu liderlerle görüşmeleri, Maliye Bakanı’na beklenmedik çıkışı, aynı hükümette yer aldığı Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Nimet Çubukçu’yu yetiştirme yurtlarındaki sorunları örtbas etmekle suçlayışı, Nazım Hikmet’in mezarını ziyareti ve milletvekilliğinin son günlerinde ki “Bizler kurşun asker değiliz, el kaldırıp indirme makinesi de değiliz” demeciyle ciddi tartışmalara yolaçtı… Turhan Çömez... Tezkere görüşmeleri sırasındaki Irak gezisi, Latin Amerika’daki solcu liderlerle görüşmeleri, Maliye Bakanı’na beklenmedik çıkışı, aynı hükümette yer aldığı Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Nimet Çubukçu’yu yetiştirme yurtlarındaki sorunları örtbas etmekle suçlayışı, Nazım Hikmet’in mezarını ziyareti ve milletvekilliğinin son günlerinde ki “Bizler kurşun asker değiliz, el kaldırıp indirme makinesi de değiliz” demeciyle ciddi tartışmalara yol açtı… Peki şimdi ne yapıyor? Türkiye’de medya eliyle gerçekleştirilen büyük değişimi, “stk”lar öncülüğündeki gelişmeleri nasıl değerlendiriyor… ANADOLU AGB! BU İSİM TESADÜF MÜ!!!!! Bugün medyanın, tüm dünyada bir psikolojik savaş aracı olduğu tartışmasız kabul ediliyor. İnsanlar uyuşturuluyor. Bir zamanlar asla kabul edemeyeceğimizi düşündüğümüz haller artık dikkatimizi bile çekmiyor. Devletin sorumluluğu nedir bu noktada? Psikolojik savaş, çağımızın en önemli savaş yöntemlerinden biri. Tanksız, tüfeksiz savaş yöntemi diyebiliriz. Tarih boyunca psikolojik savaş hep kullanılagelmiştir. Bugün de güçlü devletlerin tamamı bu yöntemi kullanır. Genellikle hedef ülke halklarına karşı kullanılır. Kendi ülkesinin halkına da yapılacak dışsal psikolojik saldırıları önlemek için tercih edilir. Nadiren de pozitif olarak tercih edilir. En temel enstrüman medyadır. Genellikle, hissettirmeden, fark ettirmeden yapılır. Bunun için özel eğitimli ve donanımlı uzmanlardan yararlanılır. Bu artık bir bilim dalıdır. Ve devletin sorumluluğundadır. Hükümetler geçici olduğu için asıl sorumluluk devlettedir. Bu çok özel bir politikadır ve değişen iktidarlarla değişmeyen, sadece gelişmesi gerek bir uygulamadır. Devletin öncelikli sorumluğu halkını dışarıdan gelecek psikolojik saldırılara korumaktır. İkinci sorumluğu ise, halkının moral değerlerini güçlendirici, birliği bütünlüğü tesis edici, özgüven sağlayıcı uygulamaları yapmaktır. Diğer bir önemli sorumluğu ise, hedef ülkelerde kendi dış politik beklentilerine ve ulusal çıkarlarına uygun olarak psikolojik operasyon enstrümanlarını kullanarak sonuç almaktır. Asıl olan bunun öneminin bilinmesi ve doğru yöntemlerin yeteri ve gereği kadar uygulanabilmesidir. Reyting tartışması yapılırken, “Reyting” ölçen cihazın, sayısının yeterli olmadığı, dolayısıyla sağlıklı bir ölçüm olmadığı dile getiriliyor. Ama asıl gözden kaçan ve bence çok önemli olan, reytingleri kimin ölçtüğü. Sizin bu konuda araştırmalarınız olduğunu biliyorum. Bu kuruluş, milli bir şirket mi? Adı Anadolu ama!!! Bu tür milli kavramların tercih edilmesi de bir psikolojik operasyondur. Osmanlı’nın çöküş döneminde, Düyun-u Umumiye ile birlikte Galata Bankerleri türemişti. Avrupa’nın ucuz kredileri Osmanlı’ya yüksek faizlerle borç olarak verilmişti. İngiliz kaynaklı bir banka olan Osmanlı Bankası’na da bu isim özellikle tepki oluşturmaması için verilmişti. Demek ki hala aynı mantık tercih ediliyor. Dünyanın gelişmiş ülkelerinin hepsinde reyting ölçümlerini milli şirketler yapar. Çünkü ölçümler, o ülkenin sosyal dokusunun, insan beklenti ve tavırlarının genetik kodlarıdır. İngiltere, Almanya, Fransa gibi ülkeler reytinglerini milli şirketlerine ölçtürüyor. Biz de bir İngiliz şirketine ölçtürüyoruz. Devlet denetleyemiyor. Sadece özel denetim yapıldığı söyleniyor. TV. ÖLÇÜMLERİ YABANCI İSTİHBARATLARIN ELİNDE İngilizler, kanunen bu ölçümleri kimlerle paylaşmak zorunda? Kimseyle! Bilgilerin tamamı devlette, yani MİT, Genelkurmay, Başbakanlık ve RTÜK’te yok. Sadece bazı televizyon kanallarının programlarının izlenme oranları veriliyor. Oysa bu şirket, tüm bilgilere sahip. Yani sizin hangi yaş grubundan, hangi sosyokültürel düzeyden, hangi bölgeden, hangi cinse sahip insanlar, ne zaman neyi seyrediyor ve tepkileri neler, bunu bu şirket biliyor. Ama benim devletim bilmiyor. Bu bilgiler, bir yurt dışında bir merkezde saklanıyor. Ve sadece o şirketin bir numarası, gerekli yerlerle (kendi devletinin servisleri ile muhtemelen) paylaşıyor. Sizin genetik kodlarınızın ayrıntıları çıkartılıyor. Bunu sizin paranızla yapıyor ama size vermiyor, Kendi kullanıyor. Bir de denetimsiz reyting ölçümleri ile toplumunuzun tüketim alışkanlığı şekillendiriliyor. Reklam pastası tanzim ediliyor. İddialı bir söz olacak ama bana Yunanistan’ın reyting şirketini verin, size on yıl içinde elinde Türk Bayrakları ile dolaşan Yunanlı bir nesil yetiştireyim. Yani bu kadar önemli ve etkili. Ama ilgili ve yetkili kademeler bundan ne kadar haberdar açıkçası emin değilim. Bu durum yani yabancı bir şirketin ölçmesi halka başka nasıl etkilerde bulunabilir? Halkın tüketim alışkanlıklarına yansır. Halkın televizyon izleme alışkanlıklarına yansır. Bu alışkanlıkları şekillendirir. Son on yılda magazin kültürü bu toplumu nasıl esareti altına aldı diye düşünüyorsunuz? Televizyonların reklam pastasından elde edeceği gelirlere yansır. Hepsinden önemlisi, halkınızın düşünce, davranış kodları hakkında bu kadar detaylı bilgiye sahip olan dış güçler, bunu yeri ve zamanı geldiğinde çok iyi kullanır ve sizi psikolojik saldırılara karşı zayıflatarak amaçlarını gerçekleştirir. ELOĞLU BU PARALARI BENIM IÇIN Mİ VERIYOR ACABA? Türkiye'de STK'lar öncülüğüne bir değişim yaşanıyor. "Sivil toplum düşüncesi" Türkiye'ye yeni ufuklar açabilir mi? Siz bunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Tarihimiz boyunca biz sivil toplumun gücünü hep hissettik ve bunun çok güzel örneklerini verdik. Bir Ahi kültürü ve sistemi hala Anadolu’nun önemli güç ve dinamiklerindendir. Sivil toplumun gücü, dünya tarafından bizden çok sonra fark edilmiştir. Ve bugün bu güç gelişmiş devletler tarafından hedef ülkelerde kullanılmaktadır. ABD’nin Soros destekli vakıfları hedef ülkelerde çok ciddi çalışmalar yaptı. Türkiye’nin demokrasinin tüm kurum ve kurallarının işlediği, merkezi Anadolu olan, Türkiye olan STK’lara ihtiyacı var. Bu kuruluşlar halkın sadece sosyo-kültürel gelişimi için değil, moral motivasyonu için de son derece önemli. Türkiye’de bunlar var mı diye sorarsanız evet var diye yanıt veririm. Yeterli mi derseniz, hayır derim. Tabii bu bir kültür. Bu kültürün olgunlaşması için, ailelere, eğitim sistemine, medyaya ve aydınlara çok önemli sorumluluklar düşüyor. “SINIRLAR ARASINDA” programında Banu Avar bize turuncu devrimlerin stklar eliyle başarılmış bir dönüştürme-öğütme operasyonunu gösterdi. Siz de hükümette bulunmuş bir vekildiniz. Bu açıdan sormak isterim; yöneticiler bu durumun ne kadar farkında? Alınan fonlarla yapılan hizmetleri safça, “oh ne güzel halka hizmet” diye mi değerlendiriyorlar? Yoksa “ben kendim için o fonları kullanırım” deyip batıyı mı saf sanıyorlar!? Milletvekilliğimin son dönemlerinde bir vekil arkadaşıma, kendisinin Soros’un vakıflarından para desteği aldığı yönündeki iddiaları sormuştum. Son derece rahat bir yanıt verdi. “Evet alıyorum” dedi. Hatta, “450 bin dolar aldım geçenlerde ne var yani” diyerek hayret etti bu soruma. Durum bu. Gelen fonların hangi amaçlara hizmet ettiği ortada. Alman Henrich Böll Vakfının, Diyarbakır’da Kürt konferansını fonlaması, DTP’ye para yardımı yapması sizce ne anlam ifade ediyor? Eloğlu bu paraları benim için mi veriyor acaba? Bu kadar saf olmanın anlamı yok. STK’ların gücü ortadadır. Bu güç hedef ülkelerde de en etkin şekilde kullanılmaktadır. Esas olan sizin ne yaptığınız bunlara hangi önlemleri aldığınız ve nasıl karşı atak geliştirdiğinizdir. Ne yazık ki Türkiye’nin karnesi bu konuda pek iç açıcı sayılmaz. BUGÜN TÜRKiYE’Yi BiR KOALiSYON HÜKÜMETi YÖNETiYOR Bir siyasetçi gözüyle, şu günlerde ülkeyi bekleyen en büyük tehlikeyi nasıl tanımlıyorsunuz? Toprak kaybı mı, savaş mı, medya desteğiyle yozlaşma mı, gaflet mi, yoksa cehalet mi ? Hepsi önemli. Duyarsız olmak, milli şuuru yitirmek, eğitimsiz kalmak, birbirinden uzaklaşmak bu toplum, bu millet için en büyük tehlikedir. Ekonomik sorunları bunun arkasında zikretmek isterim. Aç kalabilirsiniz ama ayakta durusunuz. Bir milletin ruhunu, inancını, ideallerini, heyecanını, şuurunu, birlik-beraberlik arzusunu, ulusal onurunu yitirmesi, o millet için en büyük felakettir. Bizimle ilgili hesapları olanların en temel hedefleri de bunlar zaten…Osmanlı da bu tür zaaflar nedeni ile dağıldı. Son darbeyi de borçları vurdu. Ama en büyük tehlike ise, sorumluğunun farkında olmayan, zavallı yöneticilerdir… Bunun faturası çok ağır olur… ERMENİ LER DÜN DE KULLANILDILAR Ne var bu bölgede bu kadar çekici gelen? Bu coğrafya çok özel. Tabiatı ile bu coğrafyada var olmanın, koşulları da özel, bedelleri de özel. Yer altı ve yer üstü zenginlikleri de muhteşemdir bu toprakların. Her ne kadar bugün biz kendimiz arayamadığımız için bulamamış ta olsak bu toprakların her bir karışının bir hazine olduğunu biliyor ve buna inanıyorum. Anadolu’nun sadece bitki örtüsü bile tüm AVRUPA’dan çok neredeyse… Mesela, Kaz Dağları’nda dünyada hiç eşi ve benzeri olmayan 30 çeşit bitki var… Tabi en önemli değeri de devlet geleneği olan, birikimi olan, genç bir nüfus potansiyeli. Gereği gibi değerlendirilse dünyaya yön verecek bir güç. Bunu biz belki fark etmiyoruz ama bizim üzerimizde hesapları olanlar çok iyi biliyorlar. Bir de tarih boyunca hep var olmuş görünmeyen değeri var ki o çok önemli. Jeopolitik, jeostratejik değeri. Hesapların belki de en büyüğü bununla ilgili olarak yapılıyor. Nasıl hesaplar? Kimler tarafından yapılıyor? Açın lütfen… Napolyon’un hatıralarını okuyun… Osmanlı’nın yıkılması için Milleti Sadıka olan Ermenilerin isyan ettirilmesinden bahseder. 16. Yüzyıl da Rusların en temel dış politikası da Ermenilerin isyanına yönelikti. Çünkü sıcak denizlere inmenin tek yolu doğu ve güneydoğu bölgemizdeki Ermeni yurttaşlarımızı kullanmak, onları isyan ettirip payanda bir devlet kurmaktan geçiyordu. İngilizlerin de Ermenileri kullanma arzularının arkasında başka bir neden vardı. İpek yolunun kontrolünün Ruslarda ve Osmanlı da olmaması çok önemli idi. Hindistan’ın geçiş güzergâhı olan bu bölgenin kontrolde olması için Ermenilerin kullanılması gerekiyordu. Bugün de aynı şey söz konusu. Irak, İran, Kafkasya, Karadeniz, Balkanlar, Akdeniz ve Kıbrıs için, Türkiye vazgeçilmez stratejik değere sahip. İsrail için bile öyle. O nedenle bu topraklarda pek çok çevrenin gözü de hesabı da olmuştur, olacaktır. Bu topraklarda güçlü bir şekilde var olmanın da ona göre gerek şartları vardır. BAŞÖRTÜSÜNE KİLİTLENMİŞ BİR MUHALEFET ANLAYIŞI ORMANIN ÖNÜNE KONAN KÜÇÜK BİR KİBRİT ÇÖPÜ GİBİDİR… Bu şartları oluşturmaya çalışmak yerine, muhalefet, hükümeti asıl dinamikleri yani icraatları üzerinden değil de başörtü üzerinden eleştiriyor. Bu ülkede başörtüsünü eleştirerek yapılacak siyasetten ne Türkiye ne millet ne de onu eleştiren siyaset kurumu yarar sağlamaz. Yapılacak eleştirinin de reel olması ve yapıcı olması gerekir. Milletin sağduyusu her şeyi fark ediyor. Bu ülkenin geldiği ve gittiği noktayı tartışmak, geleceği öngörmek, muhtemel süreçleri ele almak sanırım daha doğru olurdu. Dış politika, ekonomi, tarım, eğitim ve daha pek çok konu var konuşulacak. Başörtüsüne kilitlenmiş bir muhalefet anlayışı ormanın önüne konan küçük bir kibrit çöpü gibidir… Siz neler yapıyorsunuz, seçimlerde aday olmadınız? İnandığım gibi yaptım ve aday olmadım. İlerleyen dönemde, inandığım temizlikte, kalitede, olgunlukta, seviyede bir alan oluşursa ya da oluşturabilirsem elbette var olacağım siyasette. Ama sadece ceylan derili koltukta oturmak, değerlerimden ödün vererek, el kaldırıp indirme makinesi gibi davranmak benim karakterim olamazdı. Ben yine kendim gibi davranıyorum. İnandığım doğruları milletimle paylaşacak alanlarda yine var olmaya devam ediyorum… Bir zamanlar bu kadar yakın çalıştığınız arkadaşlarınız, sizin fikirlerinizi soruyor mu? İlişkileriniz nasıl? Hayır… Partide iken de sormadılar. Gerek duymadılar buna. Ben de sabır ve kararlıkla bildiklerimi, gördüklerimi onlarla paylaştım. Pek çok rapor ve görüş bildirdim kendilerine. Ne yazık ki bazı analizlerimin şimdiden gerçek çıktığını görmek de bana üzüntü veriyor. Yine yazmaya, yine söylemeye devam ediyorum. Edeceğim. Bu benim milletime olan sorumluluğum. Beni elektriği, suyu, yolu olmayan bir köyden çıkartıp, en yüce çatının altına gönderen milletime her zaman sadık bir hizmetkâr olacağım… Yazarın Notu Röportajda adı geçen Anadolu AGB şirketinin internet sitesine bir göz atmanızı isterim. Medya-rayting ilişkisi ile ilgili bir kanaatiniz olur mutlaka! http://www.agbnielsen.net/whereweare/dynPage.asp?lang=english&id=375&country=Turkey GÜLENAY PINARBAŞI HABER AJANDA-OCAK 2008 Kaynak: http://www.akoder.org/haber_detay.php?haber_id=179 16/02/2008“BANA YUNANİSTAN’IN RAYTİNG ŞİRKETİNİ VERİN, SİZE ON YIL İÇİNDE ELİNDE TÜRK BAYRAKLARI İLE DOLAŞAN YUNANLI BİR NESİL YETİŞTİREYİM” Turhan Çömez... Tezkere görüşmeleri sırasındaki Irak gezisi, Latin Amerika’daki solcu liderlerle görüşmeleri, Maliye Bakanı’na beklenmedik çıkışı, aynı hükümette yer aldığı Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Nimet Çubukçu’yu yetiştirme yurtlarındaki sorunları örtbas etmekle suçlayışı, Nazım Hikmet’in mezarını ziyareti ve milletvekilliğinin son günlerinde ki “Bizler kurşun asker değiliz, el kaldırıp indirme makinesi de değiliz” demeciyle ciddi tartışmalara yolaçtı… Turhan Çömez... Tezkere görüşmeleri sırasındaki Irak gezisi, Latin Amerika’daki solcu liderlerle görüşmeleri, Maliye Bakanı’na beklenmedik çıkışı, aynı hükümette yer aldığı Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Nimet Çubukçu’yu yetiştirme yurtlarındaki sorunları örtbas etmekle suçlayışı, Nazım Hikmet’in mezarını ziyareti ve milletvekilliğinin son günlerinde ki “Bizler kurşun asker değiliz, el kaldırıp indirme makinesi de değiliz” demeciyle ciddi tartışmalara yol açtı… Peki şimdi ne yapıyor? Türkiye’de medya eliyle gerçekleştirilen büyük değişimi, “stk”lar öncülüğündeki gelişmeleri nasıl değerlendiriyor… ANADOLU AGB! BU İSİM TESADÜF MÜ!!!!! Bugün medyanın, tüm dünyada bir psikolojik savaş aracı olduğu tartışmasız kabul ediliyor. İnsanlar uyuşturuluyor. Bir zamanlar asla kabul edemeyeceğimizi düşündüğümüz haller artık dikkatimizi bile çekmiyor. Devletin sorumluluğu nedir bu noktada? Psikolojik savaş, çağımızın en önemli savaş yöntemlerinden biri. Tanksız, tüfeksiz savaş yöntemi diyebiliriz. Tarih boyunca psikolojik savaş hep kullanılagelmiştir. Bugün de güçlü devletlerin tamamı bu yöntemi kullanır. Genellikle hedef ülke halklarına karşı kullanılır. Kendi ülkesinin halkına da yapılacak dışsal psikolojik saldırıları önlemek için tercih edilir. Nadiren de pozitif olarak tercih edilir. En temel enstrüman medyadır. Genellikle, hissettirmeden, fark ettirmeden yapılır. Bunun için özel eğitimli ve donanımlı uzmanlardan yararlanılır. Bu artık bir bilim dalıdır. Ve devletin sorumluluğundadır. Hükümetler geçici olduğu için asıl sorumluluk devlettedir. Bu çok özel bir politikadır ve değişen iktidarlarla değişmeyen, sadece gelişmesi gerek bir uygulamadır. Devletin öncelikli sorumluğu halkını dışarıdan gelecek psikolojik saldırılara korumaktır. İkinci sorumluğu ise, halkının moral değerlerini güçlendirici, birliği bütünlüğü tesis edici, özgüven sağlayıcı uygulamaları yapmaktır. Diğer bir önemli sorumluğu ise, hedef ülkelerde kendi dış politik beklentilerine ve ulusal çıkarlarına uygun olarak psikolojik operasyon enstrümanlarını kullanarak sonuç almaktır. Asıl olan bunun öneminin bilinmesi ve doğru yöntemlerin yeteri ve gereği kadar uygulanabilmesidir. Reyting tartışması yapılırken, “Reyting” ölçen cihazın, sayısının yeterli olmadığı, dolayısıyla sağlıklı bir ölçüm olmadığı dile getiriliyor. Ama asıl gözden kaçan ve bence çok önemli olan, reytingleri kimin ölçtüğü. Sizin bu konuda araştırmalarınız olduğunu biliyorum. Bu kuruluş, milli bir şirket mi? Adı Anadolu ama!!! Bu tür milli kavramların tercih edilmesi de bir psikolojik operasyondur. Osmanlı’nın çöküş döneminde, Düyun-u Umumiye ile birlikte Galata Bankerleri türemişti. Avrupa’nın ucuz kredileri Osmanlı’ya yüksek faizlerle borç olarak verilmişti. İngiliz kaynaklı bir banka olan Osmanlı Bankası’na da bu isim özellikle tepki oluşturmaması için verilmişti. Demek ki hala aynı mantık tercih ediliyor. Dünyanın gelişmiş ülkelerinin hepsinde reyting ölçümlerini milli şirketler yapar. Çünkü ölçümler, o ülkenin sosyal dokusunun, insan beklenti ve tavırlarının genetik kodlarıdır. İngiltere, Almanya, Fransa gibi ülkeler reytinglerini milli şirketlerine ölçtürüyor. Biz de bir İngiliz şirketine ölçtürüyoruz. Devlet denetleyemiyor. Sadece özel denetim yapıldığı söyleniyor. TV. ÖLÇÜMLERİ YABANCI İSTİHBARATLARIN ELİNDE İngilizler, kanunen bu ölçümleri kimlerle paylaşmak zorunda? Kimseyle! Bilgilerin tamamı devlette, yani MİT, Genelkurmay, Başbakanlık ve RTÜK’te yok. Sadece bazı televizyon kanallarının programlarının izlenme oranları veriliyor. Oysa bu şirket, tüm bilgilere sahip. Yani sizin hangi yaş grubundan, hangi sosyokültürel düzeyden, hangi bölgeden, hangi cinse sahip insanlar, ne zaman neyi seyrediyor ve tepkileri neler, bunu bu şirket biliyor. Ama benim devletim bilmiyor. Bu bilgiler, bir yurt dışında bir merkezde saklanıyor. Ve sadece o şirketin bir numarası, gerekli yerlerle (kendi devletinin servisleri ile muhtemelen) paylaşıyor. Sizin genetik kodlarınızın ayrıntıları çıkartılıyor. Bunu sizin paranızla yapıyor ama size vermiyor, Kendi kullanıyor. Bir de denetimsiz reyting ölçümleri ile toplumunuzun tüketim alışkanlığı şekillendiriliyor. Reklam pastası tanzim ediliyor. İddialı bir söz olacak ama bana Yunanistan’ın reyting şirketini verin, size on yıl içinde elinde Türk Bayrakları ile dolaşan Yunanlı bir nesil yetiştireyim. Yani bu kadar önemli ve etkili. Ama ilgili ve yetkili kademeler bundan ne kadar haberdar açıkçası emin değilim. Bu durum yani yabancı bir şirketin ölçmesi halka başka nasıl etkilerde bulunabilir? Halkın tüketim alışkanlıklarına yansır. Halkın televizyon izleme alışkanlıklarına yansır. Bu alışkanlıkları şekillendirir. Son on yılda magazin kültürü bu toplumu nasıl esareti altına aldı diye düşünüyorsunuz? Televizyonların reklam pastasından elde edeceği gelirlere yansır. Hepsinden önemlisi, halkınızın düşünce, davranış kodları hakkında bu kadar detaylı bilgiye sahip olan dış güçler, bunu yeri ve zamanı geldiğinde çok iyi kullanır ve sizi psikolojik saldırılara karşı zayıflatarak amaçlarını gerçekleştirir. ELOĞLU BU PARALARI BENIM IÇIN Mİ VERIYOR ACABA? Türkiye'de STK'lar öncülüğüne bir değişim yaşanıyor. "Sivil toplum düşüncesi" Türkiye'ye yeni ufuklar açabilir mi? Siz bunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Tarihimiz boyunca biz sivil toplumun gücünü hep hissettik ve bunun çok güzel örneklerini verdik. Bir Ahi kültürü ve sistemi hala Anadolu’nun önemli güç ve dinamiklerindendir. Sivil toplumun gücü, dünya tarafından bizden çok sonra fark edilmiştir. Ve bugün bu güç gelişmiş devletler tarafından hedef ülkelerde kullanılmaktadır. ABD’nin Soros destekli vakıfları hedef ülkelerde çok ciddi çalışmalar yaptı. Türkiye’nin demokrasinin tüm kurum ve kurallarının işlediği, merkezi Anadolu olan, Türkiye olan STK’lara ihtiyacı var. Bu kuruluşlar halkın sadece sosyo-kültürel gelişimi için değil, moral motivasyonu için de son derece önemli. Türkiye’de bunlar var mı diye sorarsanız evet var diye yanıt veririm. Yeterli mi derseniz, hayır derim. Tabii bu bir kültür. Bu kültürün olgunlaşması için, ailelere, eğitim sistemine, medyaya ve aydınlara çok önemli sorumluluklar düşüyor. “SINIRLAR ARASINDA” programında Banu Avar bize turuncu devrimlerin stklar eliyle başarılmış bir dönüştürme-öğütme operasyonunu gösterdi. Siz de hükümette bulunmuş bir vekildiniz. Bu açıdan sormak isterim; yöneticiler bu durumun ne kadar farkında? Alınan fonlarla yapılan hizmetleri safça, “oh ne güzel halka hizmet” diye mi değerlendiriyorlar? Yoksa “ben kendim için o fonları kullanırım” deyip batıyı mı saf sanıyorlar!? Milletvekilliğimin son dönemlerinde bir vekil arkadaşıma, kendisinin Soros’un vakıflarından para desteği aldığı yönündeki iddiaları sormuştum. Son derece rahat bir yanıt verdi. “Evet alıyorum” dedi. Hatta, “450 bin dolar aldım geçenlerde ne var yani” diyerek hayret etti bu soruma. Durum bu. Gelen fonların hangi amaçlara hizmet ettiği ortada. Alman Henrich Böll Vakfının, Diyarbakır’da Kürt konferansını fonlaması, DTP’ye para yardımı yapması sizce ne anlam ifade ediyor? Eloğlu bu paraları benim için mi veriyor acaba? Bu kadar saf olmanın anlamı yok. STK’ların gücü ortadadır. Bu güç hedef ülkelerde de en etkin şekilde kullanılmaktadır. Esas olan sizin ne yaptığınız bunlara hangi önlemleri aldığınız ve nasıl karşı atak geliştirdiğinizdir. Ne yazık ki Türkiye’nin karnesi bu konuda pek iç açıcı sayılmaz. BUGÜN TÜRKiYE’Yi BiR KOALiSYON HÜKÜMETi YÖNETiYOR Bir siyasetçi gözüyle, şu günlerde ülkeyi bekleyen en büyük tehlikeyi nasıl tanımlıyorsunuz? Toprak kaybı mı, savaş mı, medya desteğiyle yozlaşma mı, gaflet mi, yoksa cehalet mi ? Hepsi önemli. Duyarsız olmak, milli şuuru yitirmek, eğitimsiz kalmak, birbirinden uzaklaşmak bu toplum, bu millet için en büyük tehlikedir. Ekonomik sorunları bunun arkasında zikretmek isterim. Aç kalabilirsiniz ama ayakta durusunuz. Bir milletin ruhunu, inancını, ideallerini, heyecanını, şuurunu, birlik-beraberlik arzusunu, ulusal onurunu yitirmesi, o millet için en büyük felakettir. Bizimle ilgili hesapları olanların en temel hedefleri de bunlar zaten…Osmanlı da bu tür zaaflar nedeni ile dağıldı. Son darbeyi de borçları vurdu. Ama en büyük tehlike ise, sorumluğunun farkında olmayan, zavallı yöneticilerdir… Bunun faturası çok ağır olur… ERMENİ LER DÜN DE KULLANILDILAR Ne var bu bölgede bu kadar çekici gelen? Bu coğrafya çok özel. Tabiatı ile bu coğrafyada var olmanın, koşulları da özel, bedelleri de özel. Yer altı ve yer üstü zenginlikleri de muhteşemdir bu toprakların. Her ne kadar bugün biz kendimiz arayamadığımız için bulamamış ta olsak bu toprakların her bir karışının bir hazine olduğunu biliyor ve buna inanıyorum. Anadolu’nun sadece bitki örtüsü bile tüm AVRUPA’dan çok neredeyse… Mesela, Kaz Dağları’nda dünyada hiç eşi ve benzeri olmayan 30 çeşit bitki var… Tabi en önemli değeri de devlet geleneği olan, birikimi olan, genç bir nüfus potansiyeli. Gereği gibi değerlendirilse dünyaya yön verecek bir güç. Bunu biz belki fark etmiyoruz ama bizim üzerimizde hesapları olanlar çok iyi biliyorlar. Bir de tarih boyunca hep var olmuş görünmeyen değeri var ki o çok önemli. Jeopolitik, jeostratejik değeri. Hesapların belki de en büyüğü bununla ilgili olarak yapılıyor. Nasıl hesaplar? Kimler tarafından yapılıyor? Açın lütfen… Napolyon’un hatıralarını okuyun… Osmanlı’nın yıkılması için Milleti Sadıka olan Ermenilerin isyan ettirilmesinden bahseder. 16. Yüzyıl da Rusların en temel dış politikası da Ermenilerin isyanına yönelikti. Çünkü sıcak denizlere inmenin tek yolu doğu ve güneydoğu bölgemizdeki Ermeni yurttaşlarımızı kullanmak, onları isyan ettirip payanda bir devlet kurmaktan geçiyordu. İngilizlerin de Ermenileri kullanma arzularının arkasında başka bir neden vardı. İpek yolunun kontrolünün Ruslarda ve Osmanlı da olmaması çok önemli idi. Hindistan’ın geçiş güzergâhı olan bu bölgenin kontrolde olması için Ermenilerin kullanılması gerekiyordu. Bugün de aynı şey söz konusu. Irak, İran, Kafkasya, Karadeniz, Balkanlar, Akdeniz ve Kıbrıs için, Türkiye vazgeçilmez stratejik değere sahip. İsrail için bile öyle. O nedenle bu topraklarda pek çok çevrenin gözü de hesabı da olmuştur, olacaktır. Bu topraklarda güçlü bir şekilde var olmanın da ona göre gerek şartları vardır. BAŞÖRTÜSÜNE KİLİTLENMİŞ BİR MUHALEFET ANLAYIŞI ORMANIN ÖNÜNE KONAN KÜÇÜK BİR KİBRİT ÇÖPÜ GİBİDİR… Bu şartları oluşturmaya çalışmak yerine, muhalefet, hükümeti asıl dinamikleri yani icraatları üzerinden değil de başörtü üzerinden eleştiriyor. Bu ülkede başörtüsünü eleştirerek yapılacak siyasetten ne Türkiye ne millet ne de onu eleştiren siyaset kurumu yarar sağlamaz. Yapılacak eleştirinin de reel olması ve yapıcı olması gerekir. Milletin sağduyusu her şeyi fark ediyor. Bu ülkenin geldiği ve gittiği noktayı tartışmak, geleceği öngörmek, muhtemel süreçleri ele almak sanırım daha doğru olurdu. Dış politika, ekonomi, tarım, eğitim ve daha pek çok konu var konuşulacak. Başörtüsüne kilitlenmiş bir muhalefet anlayışı ormanın önüne konan küçük bir kibrit çöpü gibidir… Siz neler yapıyorsunuz, seçimlerde aday olmadınız? İnandığım gibi yaptım ve aday olmadım. İlerleyen dönemde, inandığım temizlikte, kalitede, olgunlukta, seviyede bir alan oluşursa ya da oluşturabilirsem elbette var olacağım siyasette. Ama sadece ceylan derili koltukta oturmak, değerlerimden ödün vererek, el kaldırıp indirme makinesi gibi davranmak benim karakterim olamazdı. Ben yine kendim gibi davranıyorum. İnandığım doğruları milletimle paylaşacak alanlarda yine var olmaya devam ediyorum… Bir zamanlar bu kadar yakın çalıştığınız arkadaşlarınız, sizin fikirlerinizi soruyor mu? İlişkileriniz nasıl? Hayır… Partide iken de sormadılar. Gerek duymadılar buna. Ben de sabır ve kararlıkla bildiklerimi, gördüklerimi onlarla paylaştım. Pek çok rapor ve görüş bildirdim kendilerine. Ne yazık ki bazı analizlerimin şimdiden gerçek çıktığını görmek de bana üzüntü veriyor. Yine yazmaya, yine söylemeye devam ediyorum. Edeceğim. Bu benim milletime olan sorumluluğum. Beni elektriği, suyu, yolu olmayan bir köyden çıkartıp, en yüce çatının altına gönderen milletime her zaman sadık bir hizmetkâr olacağım… Yazarın Notu Röportajda adı geçen Anadolu AGB şirketinin internet sitesine bir göz atmanızı isterim. Medya-rayting ilişkisi ile ilgili bir kanaatiniz olur mutlaka! http://www.agbnielsen.net/whereweare/dynPage.asp?lang=english&id=375&country=Turkey GÜLENAY PINARBAŞI HABER AJANDA-OCAK 2008 Kaynak: http://www.akoder.org/haber_detay.php?haber_id=179 16/02/2008

12 Şubat 2008 Salı

BAŞ ÖRTÜSÜ HAKKINDA "KUR'AN MEÂLİ"

Mustafa SAĞ [Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi]
SAYFA 372 : Nur Suresi 30 ve 31nci Ayetler
30."Ey Muhammed! Erdemli erkeklere söyle, kadınlarla bir aradayken, gözleriyle kadınları rahatsız edecek şekilde davranmasınlar/bakmasınlar ve kişiliklerini edeplerini korusunlar. Bu onlar için daha temiz bir davranıştır elbette Allah yaptıklarından haberdardır."
31."Ey Muhammed! Erdemli kadınlara da söyle, erkeklerle bir aradayken gözleriyle erkekleri rahatsız edecek şekilde davranmasınlar/bakmasınlar, kişiliklerini edeplerini korusunlar ve doğal olması gereken yerler dışında, göğüslerinin üzerini örtüleriyle kapatsınlar. Ziynetlerini[göğüslerini] göstermesinler/Başkalarını cinsel tacize yol açacak ve tahrik edecek davranışlardan sakınsınlar. Ancak kocaları,babaları kocalarının babaları, oğulları, kocalarının oğulları, kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kız kardeşlerinin oğulları, diğer kadınlar, cinsel iktidara sahip olmayan erkek hizmetçiler, kadın hizmetçiler ve kadınların cinsel yerlerini henüz anlamayan çocukların yanlarında, istedikleri gibi giyinip davranmalarında bir sakınca yoktur. bunların dışındakilerin yanında, cinsel tacize yol açacak, tahrik edici yerlerini açıp dikkat çekici davranışlarda bulunmasınlar/ ayaklarını yere vurmasınlar. Ey inananlar, erkek-kadın hepiniz Allah'a yöneliniz ki, mutlu olabilesiniz."
Mustafa Sağ'ın Bu ayetlerle ilgili olarak kitabının 373 ncü sayfasında yer alan açıklayıcı 417
no.lu dip notu :
24:31 Bu surenin 11nci ayetinde açıklanan, Peygamberimizin eşine iğrenç iftira yapan çetenin uzantılarının uydurdukları, çelişkili rivayetlerden hareketle, kur'an öncesi cahiliye Arap toplumunun kadına bakış açısını, Kur'andaki örtünme ile ilgili ayetlere de yansıtmışlar ve o bakış açısı doğrultusunda ve erkekler lehine yorumlamışlardır. Kur'an'ın mantığı ve bu surenin bütünlüğü içinde baktığımızda, kadınlarla erkeklerin toplum yaşamında yan yana olmak zorunda olduklarını, böyle bir çalışma ortamında,birbirlerine karşı davranışlarında olsun, giyimlerinde olsun ölçülü olmaları, dostane olmaları, aşırıya kaçmamaları öğütleniyor .Zaten, aile ve akrabalar arasında bir kısıtlamanın olmayıp, özgürce hareket edebileceklerini aynı ayetin devamı açıklıyor. Kaldıki Kur'an ayetinde "baş örtüsü" diye bir kelime geçmemektedir.
Buna rağmen, tüm Kur'an tefsirlerinde ve çevirilerinde Kur'an ayeti "baş örtüsü" olara çevrilmiştir. Halbuki ayette geçen "HIMAR" kelimesi "baş örtmek" anlamına değil sadece"örtmek" anlamına gelmektedir. Eğer herhangi bir şey örtülecek ise, o şeyin vurgulanması gerekir. Örneğin masa örtüsü derken, örtmek kelimesinin yanına masa kelimesinin gelmesi gibi, baş örtüsü dendiği zaman da "örtmek" "hımar" kelimesinin yanına "baş" "re's" kelimesinin "hımarü-re's" şeklinde gelmesi gerekir.
Ayetteki "hımar" "örtü" kelimesinin yanında geçen ve vurgulayan kelime "cuyub" kelimesidir ki "yaka" veya "göğüs" anlamına gelir. Çünkü, aynı kelime "cuyub" bir başka ayette (28/32) Hz. Musa'nın "güğsüne/koynuna elini soktuğu" şeklinde geçer.
Yani "cuyub" kelimesi, "hımar" örtmek kelimesi ile kullanıldığı zaman,"bihumûrihinne ala cuyubihinne" başını örtmek değil,"göğsünün üzerini örtmek" anlamına gelmektedir.Geleneksel tüm yorumcular, Kur'an ayetini bilimsel bir bakışla değil de,birbirlerini taklit edip, "Baş örtülerini yakalarının üzerine kadar örtsünler" diyerek, "felyedribne" fiillini de "örtsünler" diye tercüme etmişlerdir. Bu geleneksel yorumcular "DaReBe" kökünden gelen bu kelimeyi burada " Baş örtülerini .... örtsünler" derken bir başka yerde aynı "DaRaBe" kelimesini "Kadınları DÖVÜN" (Bak.4/34) diye çevirmişlerdir.
Özetle, Kur'an'ın orijinal ayeti tüm açıklığı ile ortadayken, elverişli bir siyasal kullanım malzemesi olarak, sürekli gündemde tutulan baş örtüsü dayatmaları Kur'an'ın emirlerinden değil, kişisel görüşlerin dinselleştirilmesinden kaynaklanmaktadır

8 Şubat 2008 Cuma

MORGAGE(İPOTELİ EV ALIMI )HAKKINDA

14.08.2007 tarihli (5 ay önceki) yazımda belirttiğim konular Amerikayı ve Dünyayı sardı, Mortgage meraklılarının tekrar gözden geçirmenizi tavsiye ederim. MORTGAGE OLDU MORTGATE
Sanırım hatırlarsınız WATERGATE skandalının Amerikan Başkanı Richard Nixon’u istifa ettirdiğini. Gerçi Bush’u gate’li hiçbir skandal (Irakgate, KatrinaGate) yıkamadı, Mortgate de yıkamaz.
IrakGate’nin ne olduğunu zaten biliyorsunuz, Mr. Bush’un demokrasi götürmek istediği ülkenin halini her gün ekranlarda, gazetelerde onlarca yüzlerce ölü haberiyle takip etmektesiniz.
Amerika 24 saatte dünyanın her yerine operasyon yapacak güce sahip bir ülke iken 2005 yılı Katrina kasırgasında vatandaşlarının yardımına günlerce ulaşamadı, daha doğrusu Federal Hükümet olayı yeterince ciddiye almadı, lokal yöneticilere çözümü bıraktı.
Fiyasko fiyasko üstüne binmiş ve yerel Cumhuriyetçi Belediye Başkanının seçilmiş Demokrat Valiyle olan uyuşmazlığı da olayın üzerine tuz biber olmuştu.
Sular çekildiğinde ise etrafta yüzlerce ceset suların üzerinde, yığıntıların altından toplanmıştı.
Son günlerde dünya finansal piyasalarını altüst eden Mortgage Mortgate skandalına dönüştü. Türkiye de bunlardan nasibini en sert şekilde alan veya alacak ülkelerden birisi, dikkat buyurun henüz Mortgage sistemi başlamış olmamasına rağmen.
Amerika’da yaşadığım yıllarda bu sistemin her 5–10 yılda bir, bir taraftan delindiğine veya arıza verdiğine şahit olmuşumdur. Hatta aynı sistemin içine düşerken 11 Eylül olayı olunca geri dönüşüme kesin karar vermiştim. İki hafta boyunca masanın üzerinde imzalanmayı bekleyen kredi onayı çok zor günler geçirmemi sağladı. Ya imzalayıp 15 sene daha esaret yaşayacaktım, ya da özgür ama Amerika'da evi olmayan biri olarak. Ben Amerika'da evsizliği ve Türkiye'deki yaşamı seçtim.
Mortgage beni takip edip buraya da geldi. Birkaç yıl evvel Mortgage konusu Türkiye’de zikredilmeye başlandığında aklıma ilk gelen ne ise onu sizle paylaşayım.
‘’Eyvah, hapı yuttuk’’.Amerika’daki mortgage fonlarının yarattığı kriz Avrupa’ya da sıçradı ve bugün de Fransız BNP Paribas bankası elindeki mortgage fonlarını dondurdu.. AB Merkez Bankası piyasadaki likidite sıkışıklığını aşmak için 95 milyar Euro piyasaya sürdü. Çare olacak mı, kısa sürede belki, uzun vadede problem çözülemezse elbette hayır.
Türkiye’de bankalar zaten ev kredisi vermekte idi.
Mortgage da ev almak isteyen orta ve üst gelir grubuna kredi sağlayan bir sistemdir.
Mortgage alabilmek için alınacak olan evin bedelinin alıcı tarafından %10–30 peşin ödenmeli geri kalan kısmı da mortgage 15–30 yıllık ve Türkiye şartlarında %18–20 faizle bankalardan alınması gereklidir.
Mortgage, kullanıcısı için risk katsayısı hayli yüksek bir sistem. Bu arada ipotek altına alınmış olan senetler, mortgage kullandırıcısı tarafından başka yerlere pazarlanabilir, kredi karşılığı gösterilebilir.
Burada banka ve mortgage veren fon 15–30 yıllık alacağına mahsuben piyasadaki mortgage senetleriyle yeni bir yatırım imkânı bulabilir. Burada müşterinin, mortgage kullanıcısının mevcut bankadan alınan ev kredisiyle karşılaştırıldığında hiçbir avantajı yok aksine riski var.
Risk, eğer ki” 15–30 yıl içinde 3 ay arka arkaya mortgage borcunuzu ödemez iseniz, bankanın evinize el koyması ve o ana kadar ödemiş olduğunuz tüm borçların bedelinin heba olması.
Banka alacağına mahsuben evi satışa çıkarabilir (foreclosure) – ki bunu Türkiye’de bankalar suistimal edecektir. Foreclosure’da banka sadece alacağı kadar olan kısmı için evi satışa çıkarabilir.
Siz hiç 400 bin YTL’lik değerdeki bir evi bankanın ödenmeyen mortgage borçları için geri kalan –farzedin ki 120 bin dolara satacağını düşünüyor musunuz?
Bu Amerika’da normaldir. Banka sadece alacağı ne ise o kadarlık bedelle evi satışa çıkarır. Burada extra durumdan faydalanmaya çalışmaz. İşte bu bizde çalışmaz.
Fırsatçı bankalar burada bir yolunu bulup açık arttırmaya koyarak alacağından daha fazlasını almaya çalışır.
Amerika’da emlak (Real Estate) işiyle meşgul olan bir tanıdığımın foreclosura düşmüş olan evleri alıp, beş -on bin dolar ufak tefek tamirlerle yeniden asıl değerine satmakla büyük gelir elde ettiğini biliyorum.
Foreclosure olan evlerin bilgilerine de belirli kişiler ulaşabilir, işte bu Türkiye’de emlak simsarlarının ellerini ovuşturmasına sebep olacaktır.
Son mortgage krizi Amerika’da 2 milyon ev sahibini ve en az 6–8 milyon insanın hayatını etkileyecektir. İntiharlar, boşanmalar mortgage krizinin sosyal yönden açtığı yaraların neticesidir. Ben bunun Türkiye’de yaratacağı kargaşayı düşünmek dahi istemiyorum.
Yeni bir kredi kartı krizi gibi olmaya aday. Zaten Amerika’da yıllardır problem veren bir sistemi bizim ülkemizde tatbik etmek istemenin bir mantığı da yok.
Var, sadece piyasa oyuncularına yeni bir zemin ve kâr kapısı aralamak için, Kullanıcısına extra hiçbir yararı yok.
Zaten çalışan ve daha az riskli olan bir ev kredisini bankalar veriyor.Amerika’da 3–4 yıldan beridir faizin %1–2 civarlarında olması mortgage kullanıcısını flexible (sabit olmayan) faize yönlendirmişti,
Ancak son iki yıldır faizler %2’lerden %5’lere çıkınca birdenbire ödenen faiz ikiye katlandı. Bu da mortgage kullanıcılarının değişken faizle aldıkları faizlerin ikiye katlanmasına aylık ödenen mortgage primlerinin ödenemez hale gelmesine neden oldu.
Sabit faizle alanlar için zaten böyle bir değişiklik herhangi bir etki yaratmadı elbette.
Şu andaki faiz koşullarıyla Türkiye’de mortgage kullanmak, mortgage pazarlamak akıl karı değil, zira aylık faiz, dikkatinizi çekerim aylık faiz %1.5 civarında, bu da yılda %18 yapar ve bu faiz sizi her 5–6 yılda aldığınız para kadar faiz ödemeniz anlamına gelir.
Hem anapara hem faiz ödemekte bu faiz oranıyla hiçbir babayiğidin harcı değil. Amerikalı o gelirle yüzde 5–7 faizi ödeyemezken biz bu gelirle , %18 ve krizde %25’lere yükselecek olan mortgage faizini ödeyeceğiz. Mümkün mü?
Başından daha fiyasko olacağı kesin. Bunu hangi ekonomist, hangi aklıselim önerebilir? Ama nedendir bilinmez Türkiye’de ise güllük gülistanlık gösteriliyor bu sistem.
Bir kere mortgage kullanacak olanlar orta ve üst gelir grupları, bu sistem alt gelir grubunu ilgilendirmiyor.
Orta sınıfta da geliriniz 15–30 yıl garantimi ki kendinizi böyle bir riskin içine atacaksınız.
Oturun bankanızla anlaşın ev kredisini bankanızdan alın. Niye mortgage kullanacaksın? Sana bir faydası yok ki. Faydası bu krediyi sana kullandıran bankanın komisyon alması, fon işleticisinin buradan gelen senetler toplamına tekabül eden değeri başka alanlarda değerlendirme şansı, 3 ay arka arkaya ödeme yapamaz olursan, hem ödediğin peşinat hem de o güne kadar ödemiş olduğun tüm primler yanıyor. Üstüne de sana bir bardak su içmek kalıyor.
Bu mortgage bizi mort eder, söylemedi demeyin.

7 Şubat 2008 Perşembe

ATATÜRK’ÜN BALIKESİR HUTBESİ

Ey millet Allah birdir. Şanı büyüktür Allah’ın selameti, atifeti ve hayrı üzerimize olsun. Peygamberimiz Efendimiz, Cenab-ı Hak tarafından insanlara hakayık-ı diniyyeyi teblihe memur ve resul olmuştur. Kanunu esasisi, cümlemizce malumdur ki, Kur’an-ı Azimüşşandaki nusustur.İnsanlara feyz ruhu vermiş olan dinimiz, son dindir. Ekmel dindir. Çünkü dinimiz akla, mantığa ve hakikate tamamen tevafuk ve tedabuk ediyor. Eğer akla, mantığa ve hakikate tevafuk etmemiş olsaydı, bununla diğer kavanin-i tabiiyye-i ilahiyye beyninde tezat olması icabederdi. Çünkü bilcümle kavanin-i kevniyyeyi yapan Cenab-ı Haktır. Arkadaşlar; Cenab-ı Peygamber mesaisinde iki dara, iki haneye malik bulunuyordu. Biri kendi hanesi, diğeri Allah’ın evi idi.Millet işlerini, Allah’ın evinde yapardı. Hazreti Peygamberin isr-i mübarekelerine iktifaen bu dakikada milletimize; milletimizin hal ve istikbaline ait hususatı görüşmek maksadıyle bu dar-ı kutside Allah’ın huzurunda bulunuyoruz. Beni buna mazhar eden Balıkesir’in dindar ve kahraman insanlarıdır.Bundan dolayı çok memnunum.Bu vesile ile büyük bir sevaba nail olacağımı ümit ediyorum. Efendiler, camiler birbirimizin yüzüne bakmaksızın yatıp kalkmak için yapılmamıştır.Camiler itaat ve ibadet ile beraber din ve dünya için neler yapılmak lazım geldiğini düşünmek, yani meşveret için yapılmıştır. Millet işlerinde her ferdin zihni başlı başına faaliyette bulunmak elzemdir. İşte biz burada din ve dünya için, istikbal ve istiklalimiz için, bilhassa hakimiyetimiz için neler düşündüğümüzü meydana koyalım. Ben yalnız kendi düşüncemi söylemek istemiyorum.Hepinizin düşündüklerini anlamak istiyorum.Amel-i milleyye, irade-i milleyye yalnız bir şahsın düşünmesinden değil, bilimum efrad-ı milletin arzularının, emellerinin muhassalasından ibarettir.Binaenaleyh benden ne öğrenmek, ne sormak istiyorsanız serbestçe sormanızı rica ederim. 7 Şubat 1923 Paşa Camii-BALIKESİR

HAYATTAN ALINMASI GEREKEN DERSLER

Okuldaki ikinci ayımda, hocamız test sorularını dağıttı. Ben okulun en iyi ögrencilerinden biriydim. Son soruya kadar soluk almadan geldim ve oradaçakıldım kaldım. Son soru söyleydi : "Hergün okulu temizleyen hademe kadının ilk adı nedır ?"Bu her halde bir çeşit şaka olmalıydı. Kadını, yerleri sılerken, hemen hergün görüyordum. Uzun boylu, siyah saçlı bir kadındı. 50'lerinde falanolmalıydı. Ama adını nerden bilecektim ki ! Son soruyu yanıtsız bırakıp kağıdı teslim ettim. Süre biterken bir öğrenci, son sorunun test sonuclarınadahil olup olmadığını sordu."Tabii, dahil" dedi, Hocamız... "İş yaşamınız boyunca insanlarla karşılaşacaksınız. Hepsi birbirinden farklı insanlar. Ama hepsi sizin ilginiz ve dikkatinizi hak eden insanlar bunlar.Onlara sadece gülümsemeniz ve 'Merhaba' demeniz gerekse bile..." Bu dersi hayatım boyunca unutmadım. Hademenin adını da...Dorothy idi.İkinci Ders :Bir gece vakit gece-yarısına doğru Alabama Otoyolunun kenarında duran bir zenci kadın gördüm. Bardaktan boşanırca yağan yağmura rağmen, bozulan arabasının dışında duruyor ve dikkati çekmeye çalışıyordu. geçen her arabaya el sallıyordu. Yanında durdum. 60'lı yıllarda bir beyazın birzenciye, hem de Alabama'da, yardıma kalkışması pek olağan şeylerden değildi. Onu kente kadar götürdüm. Bir taksi durağına bıraktım. Ayrılırkenille de adresimi istedi, verdim. Bir hafta sonra, kapım çalındı. Muazzam bir konsol televizyon indiriyordu adamlar. Bir de not ekliydi, armağanda... "Geçen gece otoyolda bana yardımınıza teşekkür ederim. O korkunç yağmur sadece elbiselerimi değil, ruhumu da sırılsıklam etmişti. Kendime güvenimiyitirmek üzereydim, siz çıka geldiniz. Sizin sayenizde ölmekte olan kocamın yatağının baş ucuna zamanında ulaşmayı başardım. Biraz sonra son nefesiniverdi. Tanrı bana yardım eden sizi ve başkalarına karşılık beklemeksizin yardım eden herkesi kutsasın...En İyi Dileklerimle,Bayan Nat King Cole." Üçüncü Ders :Size Hizmet Edenleri Hep Hatırlayın...Bir pastanın üç otuz paraya satıldığı günlerde 10 yaşında bir çocuk pastaneye girdi. Garson kız hemen koştu... Çocuk sordu:"Çikolatalı pasta kaç para ?" "50 Cent."Çocuk cebinden çıkardığı bozukları saydı. Bir daha sordu:"Peki, Dondurma Ne Kadar ?""35 Cent." dedi garson kız, sabırsızlıkla. Dükkanda yığınla müşteri vardı ve kız hepsine tek başına koşuşturuyordu. Bu çocukla daha ne kadar vakitgeçirebilirdi ki...Çocuk parasını bir daha saydı ve"Bir dondurma alabilir miyim, lütfen ?" dedi.Kız dondurmayı getirdi. Fişi tabağın kenarına koydu ve öteki masaya koştu. Çocuk dondurmasını bitirdi. Fişi kasaya ödedi. Garsonkız masayı temizlemek üzere geldiğinde, gözleri doldu, birden. Masayı sanki akan gözyaşları temizleyecekti. Boş dondurma tabağının yanında çocuğun bıraktığı 15 Cent'lik bahşiş duruyordu..Dördüncü Ders :Yolumuzdaki Engeller...Eski zamanlarda bir kral, saraya gelen yolun üzerine kocaman bir kaya koydurmuş, kendisi de pencereye oturmuştu. Bakalım neler olacak diye gözlüyor... Ülkenin en zengin tüccarları, en güçlü kervancıları, saray görevlileri birer birer geldiler, sabahtan öğlene kadar. Hepsi kayanınetrafından dolasıp saraya girdiler. Pek çogu kralı yüksek sesle eleştirdi.Halkından bu kadar vergi alıyor, ama yolları temiz tutamıyordu.Sonunda bir köylü çıkageldi. Saraya meyve ve sebze getiriyordu. Sırtındaki küfeyi yere indirdi, iki eli ile kayaya sarıldı ve ıkına sıkına itmeyebaşladı. Kan ter içinde kaldı ama, sonunda, kayayı da yolun kenarına çekti.Tam küfesini yeniden sırtına almak üzereydi ki, kayanın eski yerinde birkesenin durduğunu gördü.Açtı... Kese altın doluydu. Bir de kralın notu vardı içinde... "Bu altınlar kayayı yoldan çeken kişiye aittir." diyordu kral.Köylü, bü gün dahi pek çoğumuzun farkında olmadığı bir ders almıştı."Her engel, yaşam koşullarınızı daha iyileştirecek bir fırsattır." Beşinci Ders :Önemli Olan Vermektir..Yıllar önce hastanede çalışırken, ağır hasta bir kız getirdiler. Tek yaşamşansı, beş yaşındaki kardeşinden acil kan nakli idi. Küçük oğlan aynı hastalıktan mucizevi bir şekilde kurtulmuş ve kanında o hastalığın mikroplarını yok eden antikorlar oluşmuştu. Doktor durumu beş yaşındaki oğlana anlattı ve ablasına kan verip vermeyeceğini sordu. Küçük çocuk bir anduraksadı. Sonra derin bir nefes aldı ve "Eğer kurtulacaksa, veririm kanımı" dedi. Kan nakli yapılırken, ablasının gözlerinin içine bakıyor ve gülümsüyordu.Kızın yanaklarına yeniden renk gelmeye başlamıştı, ama küçük çocuğun yüzü degiderek soluyordu...Gülümsemesi de yok oldu. Titreyen bir sesle doktora sordu : "Hemen mi öleceğim ?"Ufaklık, doktoru yanlış anlamıştı, ablasına vücudundaki bütün kanı verip, öleceğini düşünüyordu.__._,_.___ Okuldaki ikinci ayımda, hocamız test sorularını dağıttı. Ben okulun en iyi ögrencilerinden biriydim. Son soruya kadar soluk almadan geldim ve oradaçakıldım kaldım. Son soru söyleydi : "Hergün okulu temizleyen hademe kadının ilk adı nedır ?"Bu her halde bir çeşit şaka olmalıydı. Kadını, yerleri sılerken, hemen hergün görüyordum. Uzun boylu, siyah saçlı bir kadındı. 50'lerinde falanolmalıydı. Ama adını nerden bilecektim ki ! Son soruyu yanıtsız bırakıp kağıdı teslim ettim. Süre biterken bir öğrenci, son sorunun test sonuclarınadahil olup olmadığını sordu."Tabii, dahil" dedi, Hocamız... "İş yaşamınız boyunca insanlarla karşılaşacaksınız. Hepsi birbirinden farklı insanlar. Ama hepsi sizin ilginiz ve dikkatinizi hak eden insanlar bunlar.Onlara sadece gülümsemeniz ve 'Merhaba' demeniz gerekse bile..." Bu dersi hayatım boyunca unutmadım. Hademenin adını da...Dorothy idi.İkinci Ders :Bir gece vakit gece-yarısına doğru Alabama Otoyolunun kenarında duran bir zenci kadın gördüm. Bardaktan boşanırca yağan yağmura rağmen, bozulan arabasının dışında duruyor ve dikkati çekmeye çalışıyordu. geçen her arabaya el sallıyordu. Yanında durdum. 60'lı yıllarda bir beyazın birzenciye, hem de Alabama'da, yardıma kalkışması pek olağan şeylerden değildi. Onu kente kadar götürdüm. Bir taksi durağına bıraktım. Ayrılırkenille de adresimi istedi, verdim. Bir hafta sonra, kapım çalındı. Muazzam bir konsol televizyon indiriyordu adamlar. Bir de not ekliydi, armağanda... "Geçen gece otoyolda bana yardımınıza teşekkür ederim. O korkunç yağmur sadece elbiselerimi değil, ruhumu da sırılsıklam etmişti. Kendime güvenimiyitirmek üzereydim, siz çıka geldiniz. Sizin sayenizde ölmekte olan kocamın yatağının baş ucuna zamanında ulaşmayı başardım. Biraz sonra son nefesiniverdi. Tanrı bana yardım eden sizi ve başkalarına karşılık beklemeksizin yardım eden herkesi kutsasın...En İyi Dileklerimle,Bayan Nat King Cole." Üçüncü Ders :Size Hizmet Edenleri Hep Hatırlayın...Bir pastanın üç otuz paraya satıldığı günlerde 10 yaşında bir çocuk pastaneye girdi. Garson kız hemen koştu... Çocuk sordu:"Çikolatalı pasta kaç para ?" "50 Cent."Çocuk cebinden çıkardığı bozukları saydı. Bir daha sordu:"Peki, Dondurma Ne Kadar ?""35 Cent." dedi garson kız, sabırsızlıkla. Dükkanda yığınla müşteri vardı ve kız hepsine tek başına koşuşturuyordu. Bu çocukla daha ne kadar vakitgeçirebilirdi ki...Çocuk parasını bir daha saydı ve"Bir dondurma alabilir miyim, lütfen ?" dedi.Kız dondurmayı getirdi. Fişi tabağın kenarına koydu ve öteki masaya koştu. Çocuk dondurmasını bitirdi. Fişi kasaya ödedi. Garsonkız masayı temizlemek üzere geldiğinde, gözleri doldu, birden. Masayı sanki akan gözyaşları temizleyecekti. Boş dondurma tabağının yanında çocuğun bıraktığı 15 Cent'lik bahşiş duruyordu..Dördüncü Ders :Yolumuzdaki Engeller...Eski zamanlarda bir kral, saraya gelen yolun üzerine kocaman bir kaya koydurmuş, kendisi de pencereye oturmuştu. Bakalım neler olacak diye gözlüyor... Ülkenin en zengin tüccarları, en güçlü kervancıları, saray görevlileri birer birer geldiler, sabahtan öğlene kadar. Hepsi kayanınetrafından dolasıp saraya girdiler. Pek çogu kralı yüksek sesle eleştirdi.Halkından bu kadar vergi alıyor, ama yolları temiz tutamıyordu.Sonunda bir köylü çıkageldi. Saraya meyve ve sebze getiriyordu. Sırtındaki küfeyi yere indirdi, iki eli ile kayaya sarıldı ve ıkına sıkına itmeyebaşladı. Kan ter içinde kaldı ama, sonunda, kayayı da yolun kenarına çekti.Tam küfesini yeniden sırtına almak üzereydi ki, kayanın eski yerinde birkesenin durduğunu gördü.Açtı... Kese altın doluydu. Bir de kralın notu vardı içinde... "Bu altınlar kayayı yoldan çeken kişiye aittir." diyordu kral.Köylü, bü gün dahi pek çoğumuzun farkında olmadığı bir ders almıştı."Her engel, yaşam koşullarınızı daha iyileştirecek bir fırsattır." Beşinci Ders :Önemli Olan Vermektir..Yıllar önce hastanede çalışırken, ağır hasta bir kız getirdiler. Tek yaşamşansı, beş yaşındaki kardeşinden acil kan nakli idi. Küçük oğlan aynı hastalıktan mucizevi bir şekilde kurtulmuş ve kanında o hastalığın mikroplarını yok eden antikorlar oluşmuştu. Doktor durumu beş yaşındaki oğlana anlattı ve ablasına kan verip vermeyeceğini sordu. Küçük çocuk bir anduraksadı. Sonra derin bir nefes aldı ve "Eğer kurtulacaksa, veririm kanımı" dedi. Kan nakli yapılırken, ablasının gözlerinin içine bakıyor ve gülümsüyordu.Kızın yanaklarına yeniden renk gelmeye başlamıştı, ama küçük çocuğun yüzü degiderek soluyordu...Gülümsemesi de yok oldu. Titreyen bir sesle doktora sordu : "Hemen mi öleceğim ?"Ufaklık, doktoru yanlış anlamıştı, ablasına vücudundaki bütün kanı verip, öleceğini düşünüyordu.__._,_.___
Okuldaki ikinci ayımda, hocamız test sorularını dağıttı. Ben okulun en iyi ögrencilerinden biriydim. Son soruya kadar soluk almadan geldim ve oradaçakıldım kaldım.
Son soru söyleydi : "Hergün okulu temizleyen hademe kadının ilk adı nedır ?
"Bu her halde bir çeşit şaka olmalıydı. Kadını, yerleri sılerken, hemen hergün görüyordum. Uzun boylu, siyah saçlı bir kadındı. 50'lerinde falanolmalıydı. Ama adını nerden bilecektim ki ! Son soruyu yanıtsız bırakıp kağıdı teslim ettim.
Süre biterken bir öğrenci, son sorunun test sonuclarınadahil olup olmadığını sordu."Tabii, dahil" dedi, Hocamız... "
İş yaşamınız boyunca insanlarla karşılaşacaksınız. Hepsi birbirinden farklı insanlar. Ama hepsi sizin ilginiz ve dikkatinizi hak eden insanlar bunlar.Onlara sadece gülümsemeniz ve 'Merhaba' demeniz gerekse bile..."
Bu dersi hayatım boyunca unutmadım. Hademenin adını da...Dorothy idi.
İkinci Ders :Bir gece vakit gece-yarısına doğru Alabama Otoyolunun kenarında duran bir zenci kadın gördüm. Bardaktan boşanırca yağan yağmura rağmen, bozulan arabasının dışında duruyor ve dikkati çekmeye çalışıyordu. geçen her arabaya el sallıyordu. Yanında durdum. 60'lı yıllarda bir beyazın birzenciye, hem de Alabama'da, yardıma kalkışması pek olağan şeylerden değildi. Onu kente kadar götürdüm. Bir taksi durağına bıraktım. Ayrılırkenille de adresimi istedi, verdim. Bir hafta sonra, kapım çalındı. Muazzam bir konsol televizyon indiriyordu adamlar. Bir de not ekliydi, armağanda...
"Geçen gece otoyolda bana yardımınıza teşekkür ederim. O korkunç yağmur sadece elbiselerimi değil, ruhumu da sırılsıklam etmişti. Kendime güvenimiyitirmek üzereydim, siz çıka geldiniz. Sizin sayenizde ölmekte olan kocamın yatağının baş ucuna zamanında ulaşmayı başardım. Biraz sonra son nefesiniverdi. Tanrı bana yardım eden sizi ve başkalarına karşılık beklemeksizin yardım eden herkesi kutsasın...En İyi Dileklerimle,Bayan Nat King Cole."
Üçüncü Ders :Size Hizmet Edenleri Hep Hatırlayın...Bir pastanın üç otuz paraya satıldığı günlerde 10 yaşında bir çocuk pastaneye girdi. Garson kız hemen koştu... Çocuk sordu:"Çikolatalı pasta kaç para ?" "50 Cent."Çocuk cebinden çıkardığı bozukları saydı. Bir daha sordu:"Peki, Dondurma Ne Kadar ?""35 Cent." dedi garson kız, sabırsızlıkla. Dükkanda yığınla müşteri vardı ve kız hepsine tek başına koşuşturuyordu. Bu çocukla daha ne kadar vakitgeçirebilirdi ki...Çocuk parasını bir daha saydı ve"Bir dondurma alabilir miyim, lütfen ?" dedi.
Kız dondurmayı getirdi. Fişi tabağın kenarına koydu ve öteki masaya koştu. Çocuk dondurmasını bitirdi. Fişi kasaya ödedi. Garson kız masayı temizlemek üzere geldiğinde, gözleri doldu, birden. Masayı sanki akan gözyaşları temizleyecekti. Boş dondurma tabağının yanında çocuğun bıraktığı 15 Cent'lik bahşiş duruyordu.
.Dördüncü Ders :Yolumuzdaki Engeller...Eski zamanlarda bir kral, saraya gelen yolun üzerine kocaman bir kaya koydurmuş, kendisi de pencereye oturmuştu. Bakalım neler olacak diye gözlüyor... Ülkenin en zengin tüccarları, en güçlü kervancıları, saray görevlileri birer birer geldiler, sabahtan öğlene kadar. Hepsi kayanınetrafından dolasıp saraya girdiler. Pek çogu kralı yüksek sesle eleştirdi.Halkından bu kadar vergi alıyor, ama yolları temiz tutamıyordu.Sonunda bir köylü çıkageldi. Saraya meyve ve sebze getiriyordu. Sırtındaki küfeyi yere indirdi, iki eli ile kayaya sarıldı ve ıkına sıkına itmeyebaşladı. Kan ter içinde kaldı ama, sonunda, kayayı da yolun kenarına çekti.
Tam küfesini yeniden sırtına almak üzereydi ki, kayanın eski yerinde birkesenin durduğunu gördü.Açtı... Kese altın doluydu. Bir de kralın notu vardı içinde... "Bu altınlar kayayı yoldan çeken kişiye aittir." diyordu kral.Köylü, bü gün dahi pek çoğumuzun farkında olmadığı bir ders almıştı."Her engel, yaşam koşullarınızı daha iyileştirecek bir fırsattır."
Beşinci Ders :Önemli Olan Vermektir..Yıllar önce hastanede çalışırken, ağır hasta bir kız getirdiler. Tek yaşamşansı, beş yaşındaki kardeşinden acil kan nakli idi. Küçük oğlan aynı hastalıktan mucizevi bir şekilde kurtulmuş ve kanında o hastalığın mikroplarını yok eden antikorlar oluşmuştu. Doktor durumu beş yaşındaki oğlana anlattı ve ablasına kan verip vermeyeceğini sordu. Küçük çocuk bir anduraksadı. Sonra derin bir nefes aldı ve "Eğer kurtulacaksa, veririm kanımı" dedi. Kan nakli yapılırken, ablasının gözlerinin içine bakıyor ve gülümsüyordu.Kızın yanaklarına yeniden renk gelmeye başlamıştı, ama küçük çocuğun yüzü degiderek soluyordu...Gülümsemesi de yok oldu. Titreyen bir sesle doktora sordu : "Hemen mi öleceğim ?
"Ufaklık, doktoru yanlış anlamıştı, ablasına vücudundaki bütün kanı verip, öleceğini düşünüyordu.

6 Şubat 2008 Çarşamba

Bugünkü Ortamın Tek Suçlusu Atatürk'tür ..!!

Rahmetli Ahmet Taner Kislali'nin 02 Mart 1994 tarihli makalesinde yazdıkları, bugünlere nasil geldiğimizi özetlemektedir.
Biz, asıl suçluyu bir kenara bırakıp suçsuzlarla uğraşıyoruz !
Evet, bugünkü ortamın tek suçlusu Atatürk'tür !
Eğer bugün 60 milyon insanımız, Batı Trakya'daki Türkün durumunda değilse, bunun suçlusu odur.
Eğer 1923'te kişi başına ulusal geliri 70 dolar olan bir toplum, şimdi 2700 dolara ulaşmışsa; bunun suçlusu odur.
Eğer 1929-39 yılları arasında, bütün dünyada sanayi üretimi %19 artarken, Türkiye'de %96 artmışsa bunun suçlusu odur.
Eğer Türk işçisi, batıdaki gibi, çocuk yaşta yeraltında günde 14-16 saat çalıştığı dönemler yaşamamışsa; bir oy hakkı için bile, Fransız işçisi gibi, 59 yıl kanlı bir savaşım vermek zorunda kalmamışsa bunun suçlusu odur.
Eğer Türk kadını yasal olarak erkeğine eşitse, "köle" değilse, seçme ve seçilme hakkını Fransız kadınından bile önce elde etmişse, kadınlar bugün Türkiye'de vali, bakan, başbakan bile olabiliyorsa bunun suçlusu odur.
Eğer 1923'te Darülfünundaki öğrenci sayısı 2100 olan bir Türkiye'de, bugün yüzbinlerce genç üniversitelerde okuyorsa bunun suçlusu odur.
Eğer açık havadaki klasik müzik konserlerini onbinlerce genç izliyorsa bunun suçlusu odur.
Eğer şeyhülislamlar "fetva" verip Kuran'ın Türkçe basımını engelleyemiyorlarsa; ezanlar düşman bayraklarının gölgesinde okunmuyorsa bunun suçlusu odur.
Eğer bugün köy enstitülü binlerce köylü çocuğu, kültür yaşamımıza damgalarını vurabiliyorsa bunun suçlusu odur.
Eğer 1923'lerde ortaçağ karanlığında yaşayan bir toplum, bugün 21. yüzyılın aydınlığına bir ölçüde yaklaşabilmişse bunun suçlusu elbette ki odur.
Atatürk'ün suçları saymakla bitmez.
Bir zamanlar kralların, şahların, cumhurbaşkanlarının, başbakanların Ankara'yı ziyaret için kuyruk olmalarının sorumluluğu da Atatürk'e aittir.
Baskı rejimlerinden kaçan yüzlerce batılı bilim adamının bir zamanlar Kemalist Türkiye'yi seçmesinin sorumluluğu da... Faşist Mussolini'nin bile Türkiye'yi "Avrupalı" saymasının günahı da...
Ama suçlunun suçlarının iyi anlaşılabilmesi için suçsuzların suçsuzluklarının da unutulmaması gerekir. Sokaktaki adamın bile miras hakkına dokunulmazken Atatürk'ün vasiyetini çiğneyerek Türk Dil ve Tarih kurumlarını devletleştiren, Atatürk'ün miras gelirlerini, devletin atadığı memurlara dağıtan "beş general" suçsuzdur !
"Ben Atatürkçüyüm ve laikim" diyerek, din derslerinin zorunlu olması hükmünü anayasaya koydurtan,
Alevinin, Hıristiyanın, Yahudinin Sünni inancını öğrenmesini zorunlu hale getiren Marmaris'teki emekli adam suçsuzdur ! Köy Enstitülerini kapatırken, İmam-Hatip liseleri açanlar, laik liselerde eğitim görenlerin sayısı son 20 yılda 3 kat artarken, imam-hatip okullarını bitirenlerin sayısının on dört kat artmasını sağlayanlar,
Menderes'ten Demirel'e, Özal'dan Yılmaz'a tüm "Atatürkçü" başbakanlar suçsuzdur !
Milli eğitim bakanlığını şeriat yanlılarının işgaline terk edenler,
Sağlık ve Tarım bakanlıklarını şeriatçılara peşkeş çekenler,
İçişleri bakanlığının yapısını bozup valilerin, kaymakamların, emniyet müdürlerinin şeriatçı olması için kolları sıvayanların hepsi suçsuzdur ! Asıl suç Harp Okulunu şeriatçılara açmamakta direnen Kemalistlerdedir..
Sokaktaki adama küfreden suçludur, ama Atatürk'e küfreden suçsuzdur ! Erbakanlar, Mezarcılar, Dicleler... Holding solcuları, numaracı cumhuriyetçi liboşlar... Şeriatçılar, Kürt ırkçıları... Hepsi de haklılar!...
Onların ayaklarının altına halıları kim döşedi ?
1950'den beri bu ülkeyi yönetenler değil mi ?...
Bu yazıya benim yorumum;
Evet Dostlar,Türk'üm demenin suç olduğu,laik Devlet rejimini değiştirip Sanki İslam Özünde barış,sevgi ve özgürlük fikri yokmuş gibi ,Ilımlı İslam modeli adı ile Devlet rejimini Laikliği savunanların Kafasının kör bıçakla kesildiği Cezair tarzı Şeriat rejiminin getirilmeye çalışıldığı bu günlerde,AB direktifleri ile yine avrupalıların 1920 lerde Türk Milletinden yedikleri tokadın,sillenin intikamını bu kez silahla değil bizdeki Makyavelistleri kullanarak almak istediklerini
" sizi AB ye ancak 2020 de aramıza ayrıcalıklı statü ile alırız " söylemi ile Bağımsız Türkiye Cumhuriyeti'ne 100 yıl ömür biçtiklerini anlamayanlara yazıklar olsun.
Milleti bir bez parçası ile oyaladığını sanan,Modern Türk kadınını tıpkı arap kadını gibi cahil bırakmak için gizli oyunlar peşinde olanlara,paradan başka gözü bir şey görmeyen yalnızca kayıkçı kavdası yapıp Milletin gözünün içine baka baka yalan söyleyenlere,seçimlere hile karıştırıp demokrasiyi,fikir özgürlüğünü, meclisteki parmaklara bağlayanlara,bu aymazlıklara destek çıkan,günlük oy kaygılarını açığa vuranlara,attığı her adımı millete değil,müstevlilere sorup fikir alanlara ve onların tavsiyelerine boyun eğenlere,millete rağmen,kuvvetler ayrımına rağmen yarın onun da ihtiyacı olacağını düşünmeden hukuk temsilcilerine"sen kim oluyorsun"sen benim memurumsun ben ne dersem onu yapacaksın"diye tehdit savuranlara TÜRK MİLLETİ bakıp bakıp YAZIKLAR OLSUN demekte, için için kahrolmaktadır.Bu gerçekleri görmeyip,görüp de ses çıkarmayan sözde aydın olanlara Yazıklar olsun.