17 Ekim 2009 Cumartesi

YENİ BİR SİYASİ PARTİ NASIL FELSEFESİ NE OLMALI (1)

Son günlerde yeni siyasi parti oluşumlarının Türkiye Siyasi Hayatına girme hazırlığında olduklarını gazete haberlerinden öğreniyoruz..Yanılmıyorsan şu anda sicile kayıtlı 54 adet siyasi parti var.Büyük çoğunluğu hep siyasi gündemler değiştikçe bir takım siyasi meraklı tarafından 30 kişi bir araya gelip parti oluşturdular.Kimi espri olsun diye,kimi partinden aday olamadı diye siyasi parti kurarken,kimisi de ileride lazım olur diye adını değiştiren partilerin adıyla isim hakkını ellerine aldılar.Özellikle sonuncular adına siyasi rant diyebileceğimiz bir tutuma yöneldiler.Bir takım idealistler ortaya çıkınca onlara yanaştılar,oradan sağladıkları üye sayısı ile yasa gereği yapmaları gereken kongreleri yaptırdıktan sonra bu idealist kadroları bir şekilde devre dışı bıraktıktan sonra yeniden Pazar beklemeye başladılar,ta ki yeni bir seçim zamanı gelsin.Oradan bir şeyler kaparım diye umutla beklediler. Yani anlayacağız bizdeki parti enflasyonu bundandır.



Şimdi gelelim Başlık konumuza ;


Merkezin nesrinde olduğu belli olmayan iki oluşum gözlüyoruz.Birisi asker kökenli bir kişinin önderliğinde oluşturulurken,diğeri gazeteci kimliği ile yola çıkıp günün siyasi konjonktüründen arkasına kitleler toplayınca yeni bir oluşuma yöneldi.Bir başka oluşum da Eski bir dış işleri bakanının oluşturduğu harekete dayanarak yine eski kadrolara yönelik bir oluşum oluşturma yolunda ilk adımlarını atmış. Peki bu oluşumlar tutar mı?Bana göre tutmaz.Neden çünkü Türkiye^de oluşan bir politika simsarlar lobisi var ve bu lobi tüm imkanlarını ve tüm bağlantılarını kendine en fazla maddi kazanç sağlayacak siyasi oluşuma yönlendiriyor da ondan.Halk isteği onlar için önemli değil,halk fakr-ü zaruret içine düşüp mutsuz olurmuş umurlarında değil.Ancak maddi güç ve uluslar arası çevre onların elinde olduğundan siyasi alanda at koşturuyorlar.Para onlarda,medya onlarda,ortak yandaşları ise dışarıda .Şimdi egemenlik ellerinde olan bu lobiyi nasıl aşacaksınız bu gün ki ortamda?Görünürde zor değil mi? Ancak her türlü zorluk aşılabilir.


Yine bu lobi dini kullandı,bedenen hakim olamayacağı kitlesel gücü beyinlerinden kontrol etme yolunu seçtiler.Yani laf büyüsü diğer adıyla propaganda ve boş vaatlerle uyutma siyaseti izlemekteler.


Propagandalarında hangi argümanı kullanıyorlar?Din.Özünü mü?Hayır şeklini.Bir takım beyni boş insanları gizlice destekleyip halk içinde bölücülük yapıyor,kamplara ayrılmasını sağlıyorlar.Sonra bunları bir birine karşı kışkırtıyorlar.Yemedi bir de etnik milliyetçiliği kullanıp aynı şekilde bir birleri ile çatıştırmaya teşvik ediyorlar.Örnek mi?Son Gürcü ve Oset olayını yaşadık.Uluslar arası emperyalizm ne yaptı insanlar kırılırken, birlikte planladıkları hedefe kadar sustular.Ne zaman ki sınırlar aşılmaya başlandı ortaya çıktılar.Ölen öldü kalan sağlar bizimdir dediler.Oyuna yeniden başlayacaklar.Uluslar arası hukuk anlayışında suç sayılan fiilleri yaptıkları anlaşmalarla meşrulaştırma yoluna girdiler.Yarın Türkiye’de de aynı oyunu oynamayacakları ne malum?


Hoş o kadar kolay değil Gürcistan ile Türkiye aynı kefeye konulursa bu oyun onlar için hüsran olur o başka.Çünkü Türkiye de devleti idare edenler ileriyi göremeyen veya görmek istemeyen oyuncular değil.Kolay kolay etki altına alınıp kandırılacak küçük guruplardan değil,en az 3000 yıllık devlet tecrübesi olan bir millet.Hal böyle olunca istemedikleri durumlarla karşı karşıya kalmaları kaçınılmaz.Zira ne olursa olsun devleti idareye talip olan hiçbir siyasi vatanına ihanet etmeyi aklından geçirmez, geçirmemiştir.Üstelik mazisi 2200 yıla dayalı düzenli ordusu ve bilgi ve deneyimi olan bir devlet.


İş o kadar kolay değil bir yerlerde oturup kağıt üzerinde bir takım planlar hazırlayıp sonra onları uygulamaya sokmak aşamasına evdeki hesap çarşıya uymaz.İşte bu noktada dikkatli olmak gerektiğini düşünüyorum.Gürcü-Oset kapışmasının bir başka türü Irak’da olmuş ve Ruslar kendinde nasıl ki Gürcistan’a müdahale hakkı görmüşlerse aynı oyunu önceden ABD de ta 12.000Km.de görmüş müdahale etmiştir. Böylece iki güç yaptıklarını meşru gösterme örneklerini oluşturmuşlardır.Şimdi sırada İran ve Türkiye vardır.Ruslar İran’ı kontrol ederken ABD Türkiye’yi yarattıkları bir millet olan Kürt’lerle Rus’yanın hamlesine karşılık vermek isteyecekrie.Eğer şu günlerde Barzani bir şekilde ülkemiz güney doğusunda yaşayan kendine Kürt diyen yurttaşlarımızı kendi vatandaşı ilan ve gizliden gizliye onlara kimlik verip kayıt altına alırlarsa tıpkı osetler gibi bize de aynı oyunu oynamaya kalkabilirler.Arkalarına da ABD yi alacaklarını ümit edebilirler.Bu Yüzden dikkatli olalım demiştim.


Bütün bunları kısaca dile getirmekteki nedenim yazımızın başında anlattığım siyasi yapılanma aşamasında karşılarındaki engelin halkın iknası değil dış güçlerin oyunlarını iyi değerlendirme ve hatırlatmak ve de esas konuya geçmektir.


İskender Kazaz






1. yazının devamı






Evet Türkiye de yeni bir siyasi yapılanmaya çok ihtiyaç var.Ama bir önceki yazımda belirttiğim gibi bir gurubun,bir ideolojinin veya şahsi menfaatlerin gizlendiği bir siyasi oluşum olmamalı.Peki Nasıl bir yapı olmalı?;


1- Mevcut Anayasa’mız ve buna bağlı siyasi partiler yasasında belirtilen esaslar dahilinde öngörülen teşkilatlanmayı, yerel liderleri belirleyip onların önderliğinde sağlanmalı,


2- Belde,ilçe ve İl teşkilatları en az 40 ilde tamamlanmalıdır.En azından bu liderlerin ,isimleri belirlenip kendileri ile mutabakat sağlanarak,Kurulacak siyasi oluşumun kurucuları olmaları sağlanmalıdır.


3- Kurulacak partinin siyasi yelpazede nerede yer alacağı açık bir şekilde tüzüğünde belirtilmeli laf kalabalığı içine boğulmamalıdır. Örneğin, partimiz ….. merkezde yer alacaktır.Aşırı siyasi fikirlere itibar etmeyen gücünü doğrudan halktan alan bir siyasi oluşumdur.Bütünleştirici ve kucaklayıcıdır.Anayasa’mızda yer alıp tarif edilen sosyal,her kurumda laik ve hukuk devleti yapılandırılmasına gönülden inanır. Devletimiz çok eski tarihlere dayanan iki temel ayak üzerinde yapılanmıştır.


• Millet ve inanç. İşte bu temelleri siyasi hırslarımız için bir birine karıştırmamayı her iki temele aykırı davranmamayı temel hedef saymıştır.Biz bu bağlamda biliyoruz ki Türkiye Cumhuriyeti Türk Milletinden,güç almaktadır.Tabiatı ile Türk Milleti’nin fertleri olarak yerleşik inançları olan dini görüşü de bu şekilde yorumlanmalıdır.


• Hiç bir yabancı dini yorumve ibadet şekli Milletimizin dini yorumu ve ibadet şekilleri üzerinde değildir.Yabancı yorumların Türk toplumuna dayatılmasına asla izin vermez.


• Herkesin vicdani kanaati kendine ait olup bunun aksine telkinlerde bulunmaya çalışanlara itibar etmez.


• Öğretim beynelmileldir.Eğitim aileden başlayıp özgürce yerine getirilir devlet buna yardımcı olmakla yükümlüdür.Şu veya bu şekilde siyasi erkelerin buna müdahale etmesine izin verilmemesi gerektiğine inanıyoruz .Giyim kuşam gibi göreceli konularda vicdani kanaat bağlamında özgür olduklarına inanır,Ancak Kamu düzeni bakımından özellikle kamu kurumları ve devleti temsil eden kamusal alanlarda devletimizin kuruluşundan bu yana teamül haline gelen kurallara aykırı ve dışında giyim ve kuşam şekline müdahalenin yasal çerçevede kalmak şartı ile meşru olduğuna inanırız.


• Bunun dışında özellikle Yüksek öğrenim alanları bilimsel öğreti bağlamında tamamen özerk alanlar olarak nitelendirdiğimizden bu yerlerdeki giyim kuşam konusundaki kural ve nizamnamelerin dayatmacı yaklaşımda olmasını uygun görmemekteyiz.Bize göre şekil özden önde olmamalıdır.Kılık kıyafet tarzı tamamen kişi anlayışına bağlıdır.Bu nedenle yurttaşlar arasında ayrım gösterilmemelidir.Partimiz yüksek Öğrenim kurumlarını öğretim bazında özerk kuruluşlar olarak niteler.Bu nedenle hiç kimsenin kılık ve kıyafeti nedeni ile öğrenim hakkına müdahale etmesine izin vermez.


• Ancak bu kılık kıyafetler siyasi bir simge haline dönüştürüldüğü ve karşı görüşlere dolaylı veya doğrudan dayatma vesilesi olduğu takdirde devletin müdahalesinin caiz olduğuna inanır.Esasen bu durumun hem Anayasamıza ve hem de siyasi partiler yasasına aykırı olduğunun bilinci içindedir.


• Keza bizim anlayışımızda devlet inanç yayma,inançları pekiştirme ve bu konularda eğitim verme yükümlülüğünde değildir.Devletin asli görevi inançlara gizli veya açık vaki dayatmalara müdahale ile vicdani kanaat özgürlüğünü korumak için her türlü tedbiri uygulamaktır.


• Devlet yüksek öğrenime kadar ki dönemde siyasi inançlara ve ihtiyaçlara göre değil Anayasamızda gösterilen prensipler doğrultusunda tevhid-i tedrisat esasları içinde öğrenim görülmesi için gereken ortamı hazırlamayı üstlenir.


Partimiz Anayasamızda tarif edilen üniter devlet tanımı içinde yine tarif edilen


“Topluca Türk vatandaşlarının millî gurur ve iftiharlarda, millî sevinç ve kederlerde, millî varlığa karşı hak ve ödevlerde, nimet ve külfetlerde ve millet hayatının her türlü tecellisinde ortak olduğu, birbirinin hak ve hürriyetlerine kesin saygı, karşılıklı içten sevgi ve kardeşlik duygularıyla “yoğrulmuş Türk Milleti kavramından hareketle,bize tevdi edilen tüm görevleri yerine getirmeyi taahhüt eden bir partidir.Bu nedenle


• Etnik farklılıkların bir kültürel zenginlik olarak kabul ve onların aile için geleneklerini yaşama hakları olduklarını,üniter devlet içinde her ne surette nedenle olursa olsun ayrıcalık tanınmadan inançlarını sürdürmelerinde özgür olmalarını kabul eder.Anayasamızın kabul ettiği sınırlar içinde Kendi dillerini serbestçe öğrenmelerini bir insan hakkı olarak kabul eder.


• Ancak Devletin ve milletin bölünmez bütünlüğü kapsamında hiçbir etnik ayrıcalığın millet ortak kültürü üstünde değerlendirilemeyeceği her etnik kökendeki yurttaşlarımızın bu bilinçte olduğuna inanır.


• Bu bağlam da yurt dışından yapılacak her türlü telkin ve tavsiyenin üniter yapımıza ve milli bütünlüğümüze müdahale olarak kabul ederiz.


• Ortaklık veya her hangi bir vesayet talebi Türk Milleti tarafından kanla elde ettiği bağımsızlığına ,milli bütünlüğüne ve toprak bütünlüğüne yönelik yakın ve ileriye matuf tehlike ve müdahale olarak algılanacağı düşüncesi ile Milli çıkarlarımızın temini için her durumda kayıtsız şartsız karşılıklılık ilkesi doğrultusunda milletimize danışarak uluslar arası iktisadi,siyasi ve sosyal anlaşmalara açığız.


• Bu konularda Anayasamızın amir hükümleri doğrultusunda Türkiye Cumhuriyeti’ni Kuran Atatürk ilke İnkılaplarına sadık kalarak Milli Birlik beraberliğin dolaylı da olsa zedelenmesine neden olabilecek her türlü görüşün karşısında yer alınacaktır.İster milli ve isterse inanç yönünden her türlü şoven fikrin karşısında yer alacağımız kuşkusuzdur.


• Biz milli sermayeden yana her türlü ticari faaliyeti destekler ve ülke kalkınmasında pay sahibi olmasını başlıca hedef olarak benimsemişizdir.Bu bağlamda Türk Ekonomisinin liberal,hür ve demokrasi kuralları içinde her türlü ticari faaliyetin yanında yer alırız.


• Türk Halkının ekonomik omurgasının Orta sınıf olduğunun bilinci ile esnaf,zanaatkar ve çiftçinin yanında yer alan bir hedefimiz vardır.Bunların güçlenmesi ile ülkenin saadet ve refahının artacağına inancımız tamdır.Bankacılık faaliyetlerinin de bu anlayışa göre yönlendirilmesi gereğine inanmaktayız.


• Adalet sistemimizin her türlü vesayetten arındırılması ve kuvvetler ayrılığı prensibimizden asla taviz vermemeyi temel ilke olarak benimseriz.Adalet sistemimizin bu gün düşürüldüğü çaresizlikten kurtulması ve hakim bağımsızlık teminatının kesin sağlanması yönünde çalışmalar yapmak temel ilkemizdir.Bu bağlamda özellikle Adalet teşkilatının aynı silahlı kuvvetlerde olduğu gibi kendi aralarında tayin ve terfi sistemini geliştirmelerinde yarar görmekteyiz.Siyasi erk bu teşkilatta yalnızca müsteşarlık seviyesinde olması gerektiğine inanmaktayız.


• Yatırımcı yabancı sermayenin daima yanında olacak ve her türlü kolaylığı çevreci yaklaşım ile göstermek zorunda olduğumuzun bilincindeyiz..






15 Ağustos 2009 Cumartesi

TÜRKİYE'DE HİÇBİR SUİKAST RASTGELE GERÇEKLEŞTİRİLMİYOR,HEDEFLER ÇOK DİKKATLİ SEÇİLİYOR

Sayın Aydoğan KEKEVİ'nin gönderdiği, Rahmetli Necip Hablemitoğlu'nunaşağıdaki yazısını okuyunca, Sayın Hablemitoğl'nun Uzgörüsüne Hayranoldum. Allah Rahmet Eylesin
TÜRKİYE - ÇİN İLİŞKİLERİNDE GÖZARDI EDİLEN BİR BOYUT: HÜKÜMET - ÇİN- DOĞU TÜRKİSTANDr.
Necip Hablemitoğlu
T.B.M.M.'nden güvenoyu alan Milliyetçi Ana-Sol Hükûmeti'nin "KoalisyonProtokolu"nda Çin Halk Cumhuriyeti'ne özel olarak yer verilmesi, TürkBasınında sadece haber olarak yer aldı, tartışılmadan da unutulup gitti. Türkiye'nin son dönemlerde izlemeye çalıştığı güçlü ve kişilikli bir dışpolitika imajını yerlebir eden bu "Koalisyon Protokolu" maddesi, yeni hükûmetin önemli bir zaafını da gözler önüneserdi. Öncelikle açıklık kazandırılması gereken konu, koalisyon Ortakları arasında ihtilâfa neden olan ve sonuçta Çin Halk Cumhuriyeti'ne adeta "dokunulmazlık" ve "tek kayırılan ülke" statüsükazandıran bu aşamaya nasıl gelindiğiydi.
Sorun, aslında çok geçmişe uzanmakla birlikte, Sayın Mesut Yılmaz'ın Başbakanlık yaptığı 56.Hükûmetin son günlerinde yayınlanan bir genelge ile ortaya çıktı. Türk Tarihi'nde eşi ve benzerine rastlanılamayacak ölçüde "yüzkızartıcı"sonuçları olan bu genelgeyle, Türkiye'de yaşayan Doğu Türkistan kökenli Türklere ait vakıf ya da derneklerin Çin Halk Cumhuriyeti'ni hedef alan her türlü protesto gösterilerine izin verilmemesi öngörüldü, bir başka ifadeyle yasak getirildi...
Çin Halk Cumhuriyeti'nin resmi talebi üzerine bu genelgeyi yayınlayan eski Başbakan Mesut Yılmaz nerede yanılmıştı? Ve sonra da niçin bu hususun "Koalisyon Protokolu"nda yer almasında diretmişti? Sayın Ecevit ve Bahçeli neden bu dayatmaya boyun eğmişti? İşte busorulara kısmen açıklık getirebilecek bilgiler: 1. Türkiye, tüm Avrupa ülkelerinde, Rusya'da, İran'da ve daha pek çok yerde en çok protestolara muhatap olan ülkedir. Büyük elçiliklerimiz, konsolosluklarımız, Turizm ve T.H.Y. bürolarımız,her fırsatta Türkiye ve Türklük karşıtlarınca saldırıya uğramaktadır.
DHKP-C, TİKKO, PKK gibi aşırı sol ve bölücü nitelikli teröris törgütlerin yanısıra, Kaplancılar, İBDA-C'ciler, Hizbullahçılar, MilliGörüşçüler ve daha pek çok şeriatçı örgüt ve cemaatlar, sırf bu eylemlere katılsınlar diye söz konusu ülkelerin gizli servisleri tarafından beslenmekte, güdümlenmekte ve yönetilmektedir. verilebilecek binlerce örnek arasında en güncel olanı Abdullah Öcalan'ın İmralı'daki duruşması sırasında verdiği ifadeler arasında yer almıştır.
Öcalan,militanlarına dokunulmaması karşılığında Almanya'nın İç İstihbaratServisi olan "Alman Anayasası'nı Koruma Örgütü" (Bundesamt fürVerfassungsschutz - BfV) yöneticileri ile birkaç kez bir araya geldiğini ve pazarlık yaptığını, aynı olgunun Hollanda'nın servisi BVD için de geçerli olduğunu itiraf etmiştir
Azılı bir Alman faşisti olarak bilinen BfV Örgütünün Başkanı Dr. Peter Frisch ya da diğer servis yetkililerinden ve de hükûmet yetkililerinden hiçbir tekzip gelmemiştir.
Hal böyleyken, diplomatik dokunulmazlığa sahip temsilciliklerimize her fırsatta saldırılar vaki olurken, bunlara yaptırım uygulayamayan, önleyemeyen Türkiye, nasıl olur da Çin'in bu yoldaki taleplerini "komutanından emir alan bir ast edasıyla" hemen yerine getirir?!.
Bu ülkenin duyarlı insanlarını bir genelge ile"zaptürapt" altına alabileceğini sanan Mesut Yılmaz ve AnavatanPartisi yönetimi, bu ödünün karşılığında Çin'den ne almıştır,sorusunun cevabı ise çok daha yüz kızartıcıdır, koskoca bir hiçtir...
2. Çin'de binlerce yıldır Doğu Türkistan olarak bilinen ve sonra Mao döneminde "Şin Jiang" olarak adı değiştirilen Uygur Özerk Bölgesinde (ki 1.828.418 kilometrekare büyüklüğü ile tüm Çin Halk Cumhuriyeti'nin 1/6'sını oluşturmaktadır) yaklaşık 30.000.000 Türk(çoğunluğu Uygur, Kazak, Kırgız, Özbek, Tatar vb.) yaşamaktadır.
Petrol, doğalgaz, uranyum gibi stratejik değere sahip çok zengin maden rezervlerine sahip olan Doğu Türkistan Türkleri, Mao dönemiyle birlikte inanılmaz baskılara muhatap edilmişlerdir. Asimilasyonu hedefleyen Çin'in azınlık politikası sonucu, binlerce aydını idam edilen, cahil ve geri bırakılan, temel hak ve özgürlüklerden yoksun tutulan Doğu Türkistan Türkleri, bunca baskının üstüne, Çin Hükûmeti'nin nükleer silah denemelerine -hiçbir bilimsel koruma önlemi alınmaksızın- maruz kalmışlardır.
Mao sonrasında bütün bu baskılar,hem de uygar dünyanın gözleri önünde el'an devam etmektedir. Abdullah Öcalan'ın yakalanması ve yargılanması sürecinde tüm dünyadan gelen ve hepsi de "insan hakları" patentli müdahalelere karşı hiçbir şey yapamayan Türkiye, eli kanlı bir terörist için bile her türlü müdahalenin yapılabildiği bir dönemde, 30.000.000'luk soydaş kitlesine bırakın -insan hakları açısından- sahip çıkmayı, onlara baskı yapan faşist Çin Hükûmeti'nin taleplerine boyun eğmeyi yeğlemiştir.
Bu kişiliksiz politikanın sorumlularının bu ülkede "milliyetçilikten"bahsetmeye hakları olmasa gerektir...
3. Çin'deki Türklerin insan hakları ile ilgili girişimlerde bulunmaktan kaçınan ve Türkiye'deki Türk vatandaşlarının da bu soydaşlarının haklarına sahip çıkmasını yasaklayan bu sapkın zihniyetin sahipleri, kendilerini savunabilecek iki gerekçeyi öne sürmektedirler: Birincisi, Çin ile ikili ekonomik gelişmelerde tıkanıklık yaratmamaktır.
Oysa, toplam ihracaat ve ithalatda Çin'inyeri, Almanya, Fransa, A.B.D., Rusya Federasyonu ve hatta İtalya'dan geridir. Çin sadece mal satılacak büyük bir Pazar değildir, aynızamanda tüm ürettiklerini dünya pazarlarına sokabilen büyük bir ekonomik devdir. Üstelik, almadan asla vermeyen milliyetçi bir ekonomik anlayışa sahiptir. Bir başka ifadeyle, Türkiye Çin için -tıpkı Japonya örneğinde olduğu gibi- Avrupa Topluluğu ülkelerine sıçrama tahtasıdır, olanakları geniş bir pazardır. Dolayısıyla "Çin her sattığımızı almaya hazır, aç bir açık pazardır, Çin'ikaybetmeyelim" gerekçesi cahilce yapılan kısır bir varsayımdan öteye gidemez. İkincisi, bir dost ülkenin içişlerine müdahale sakıncasıdır ki, bu gerekçelerin en mantıksızıdır. Şöyle ki:
4. Çin Halk Cumhuriyeti, 1960'lı yılların sonlarından itibarenTürkiye'nin içişlerine iki ayrı yönden müdahale etmektedir:
Birincisi,Türkiye'de "Maocu" olarak ortaya çıkan yapılanmalara tam bir lojistik destek vermek; ikincisi ise, daha önce Türkiye'ye göç etmiş DoğuTürkistan cemaatini kontrol altında tutmak!..
Çin bu amaçla Türkiye'deki servis elemanları vasıtasıyla çok büyük meblağlar akıtmıştır, akıtmaya da devam etmektedir.
Çin Komünist Partisi Merkez Komitesi'ne bağlı MSS (Devlet Güvenlik Bakanlığı), Guoanbu (GuojiaAnquan Bu), MPS (Kamu Güvenlik Bakanlığı), Halk Kurtuluş Ordusu bünyesi içindeki 8341 Unit-Central Security Regiment örgütünün İkinci Departmanı ve Uluslar arası İrtibat Departmanı ve Yeni Çin HaberAjansı (Xinhua), Türkiye ile ilgili tüm istihbarat ve ajitasyon faaliyetlerinden müteselsilen sorumludur.
Çin İstihbaratının faaliyet gösterdiği 50'nin üzerindeki ülke arasında Türkiye ön sıralarda gelmektedir. 1949'da Çin Komünist Partisi'ne bağlı olarak kurulan ve başlangıçta KGB tarafından yapılandırılan Çin İstihbarat Servisi,Mao'nun ölümünden sonra, yakın zaman öncesine kadar (ilişkilerbozuluncaya kadar) C.I.A. tarafından modern yapılanmaya kavuşturulmuştur. Dolayısıyla asla küçümsenmeyecek deneyimli kadro ve tekniklere sahiptir.
Servisin Birinci ve Dördüncü Bürosu DoğuTürkistan Türkleri ve Çin'e gelen Türk vatandaşları ile ilgilenirken,İkinci, Altıncı, Sekizinci ve Dokuzuncu Büroları ile Dış İlişkilerBürosu Türkiye'ye ve diğer hedef dış ülkelere yönelik faaliyet göstermektedir. Servisin, Yeni Çin Haber Ajansı'nın yanısıra, yönetim ve uluslar arası ilişkiler alanlarında elemanlarına akademik düzeyde eğitim veren iki enstitüsü de bulunmaktadır. Çin Servisi'nin Batı'daki en önemli desteği, Almanya Dış İstihbarat Servisi olan BND(Bundesnachrichtendienst), Ortadoğu'daki ise İran'ın malûm servisidir. Almanya, İran ve Çin ekseninde en önemli hedef ülke ise jeopolitik konumundan dolayı Türkiye'dir. Çin, Almanya ve İran ile aleni işbirliği yaparken, Irak, Libya ve Yugoslavya'ya da aleni destek vermektedir. Dikkat edilecek olursa, bu ülkelerin hepsi, A.B.D.'ne veTürkiye'ye karşıdır. A.B.D., Sovyetler Birliği dağılıncaya kadar Çin'deki tüm insan hakları ihlâllerine ve Doğu Türkistan Türklerine yapılan baskılara gözlerini kapatarak destek verirken, son yıllarda yolları ayrılmıştır. Şimdi, C.I.A., Tibetlilerin yanısıra DoğuTürkistan Türklerinin haklarını arama çabasına girişmiştir. Elbette ki samimi değildir, çifte standart uygulamaktadır, ama ülkesinin bölgedeki çıkarlarının gereğini yerine getirmektedir. Ya Türkiye?!. 30Milyonluk bir soydaş kitlesine arkasını dönmeyi ve demokratik tepkileri boğmayı yeğleyen sünepe bir devlet imajı çizmiştir. A.B.D.Hükûmeti'nin birinci derecede kayırılan ülke statüsünden çıkardığı ÇinHalk Cumhuriyeti'nin talebini "emir" kabul ederek yerine getirmek,Türkiye'nin uluslar arası gelişmeleri ve değişimleri iyi algılayamadığı gibi değerlendirmelere yol açmıştır.
SONUÇ: Bir halk özdeyişiyle "almadan vermek Allah'a mahsustur".Çin Türkiye'ye ne vermiştir ki karşılığında bu ayrıcalığı haketmiştir? Türkiye bir "muz cumhuriyeti" değildir; gösteri hakkıAnayasa ile güvence altına alınmıştır. Bir genelge ile anayasal birhakkın yasaklanması, sınırlandırılması mümkün değildir. Bu aczisergileyen yöneticiler, "Abdullah Öcalan idam edilmesin" yolundaki dışbaskılara nasıl direnebileceklerdir? Sayın ANAP yöneticileri bu ödünkapısını Çin'e sorumsuzca açarken, diğer hasım ülkeler için de kötübir örnek sergilemişlerdir. Hiç şüphesiz bunun arkası gelecektir. Amadaha da önemlisi akıllara vahim bir soru gelmektedir: KendileriniAlman ekoluna mensup kabul eden kimi politikacılar, Çin'e Almanyaistediği için mi koşulsuz ödün vermişlerdir? Alman ekolu, A.B.D.ekolu, Arap ekolu... Yazıklar olsun!.. Ama bugünkü Türkiye gerçeğimaalesef bu!.. Milliyetçilik de, müslümanlık da, demokratlık dabunların tekelinde!..

PEKMEZ'İN TARİHÇESİ

Asmanın anavatanı olan Anadolu çok eski çağlardan beri zengin üzüm çeşitleri ile ünlüdür ve ülkenin hemen hemen her yeri de bağcılığa elverişlidir. 
İkinci bin yıl Anadolu tarihinde Hititlerin günlük yaşamlarının tarıma dayalı olduğu görülmektedir. Yazılı ve arkeolojik kaynaklar, yabanıl ve evcil bitki ve hayvan yaşamı konusunda net bilgiler vermektedir. Hititlerin başlıca ürünleri buğday ve arpa idi; ama bezelye, fasulye, soğan,keten,incir, zeytin, üzüm ve elma da yetiştiriliyordu. 
MÖ. 2000 başlarında Erken Hitit Çağı olan Asur Ticaret Kolonileri Çağına ait eski Asur lehçesinde yazılan metinlerde bağ bozumundan bahsedilmektedir. Konya-Karahöyük kazılarında Erken Hitit Çağına ait birinci katta (M.Ö. 1750 civarı)üzüm çekirdeklerinin kalıntıları bulunmuştur. Kazılarda ayrıca üzüm salkımı biçiminde kaplar da meydana çıkartılmıştır. 
Hitit kanunlarında"bağ" (bağ çubuğu) ve "şarap" konusunda hükümlerin bulunması Hitit ekonomisinde bağcılığın önemine işaret etmektedir. Çivi yazılı tabletlerin incelenmesinden devlete ve tapınaklara ait bağlar bulunduğu gibi kişilere ait bağların varlığı da anlaşılmaktadır. 


Bağ bozumu bayramının varlığı da,bağcılığın Hitit ekonomisindeki önemini vurgulamaktadır.Üzüm ve bağcılık, Türklerin erken çağlardan beri tanıdıkları bir kültürdür.Bu kültürü incelerken halkın kullandığı deyişler ve sözcükler de önemli ipuçları vermektedir. Türkler Orta Asya'da iken bağcılık önemli tarımsal bir faaliyettiGöktürklerden Çin'e üzüm ihraç ediliyor ve bu üzümler Çin halkı tarafından çok beğeniliyordu.

 Uygur çağında da Turfan ovası üzüm bağları yönünden çok zengindi ve Çin'e üzüm teveğ de buradan gitmişti. Ayrıca Uygurlar pekmez ve şarap üretiyorlardı. Çin'deki şarap üretimi de Türklerin yaşadığı Turfan bölgesindeki yöntemlere göre yapılmaktaydı.On birinci yüzyılda, Türkler meyvelerden şerbet yapıyor ve taze meyvelerinde suyunu çıkarıyorlardı. 
Kaşgarlı Mahmud, "sadece onun (adamın) üzümü şıra yaptığından" söz etmekte; kayısının da sıkılarak suyundan şerbet yapıldığından bahsetmektedir. Yaş üzümden o zaman bekmes (pekmez)yapıldığını ve bugün kavut, o zaman ise talkan denen kavrulmuş arpa ununa pekmez katılarak yenmekteydi. Pekmezden ayrıca, şurup yapıldığı da bilinmektedir. Üzüm sıkma zamanı için Türklerin "sıkman" terimini kullanmaları üzüm ve üzümden elde edilen maddelerin Türklerin beslenme alışkanlıklarındaki oynadığı rolü göstermektedir.Türkçe bir söz olan üzüm, Türkçe yazılı belgelerde Uygur Çağı ile başlamaktadır. Uygur Türklerinin tıp kitaplarında kuru üzüm, yani kuru üzüm bazı hastalıklara ilaç olarak öneriliyordu. Üzüm kurutma işi, XI. yüzyıl kaynaklarında görülmekte ve "o adam üzüm kuruttu'' denmektedir.
Üzüm toplamak, üzüşmek sözü Kaşgarlı Mahmud'a göre "üzüm toplamada yarı ş etmek"anlamında kullanılıyordu. Üzüm sözünün üz kökünden türemiş olduğu ileri sürülmektedir. Batı Türkleri arasında üzüm sözü aslına daha yakın olarak gelişmiştir. Anadolu'ya yakın olan Mısır ve Kıpçak Türk kültür çevrelerinde bazen, yüzüm şeklinde de söylenmiştir. Osmanlıların ilk çağlarında Orta Avrupa'da yaşamış olan Kuman Türkleri de üzüme yüzüm veya kuru yüzüm diyorlardı. Eski Anadolu ile Doğu Türkistan gibi, birbirinden çok uzak Türk kültür çevrelerinde ise eski Türkler gibi, üzüm denilmesine devam edilmiştir. Batı Türklerinin tesiri altında bulunan, Kalmuk gibi Moğol kesimleri de üzüme, üzm demişlerdir."Üzüm bağı", Uygur Türk kültür çevresinde, yaygın olarak borluk sözü ile karşılanıyordu. Eski Uygur Türkçesi ile yazılmış kitaplarda "Şimdi bu adamı ileteyim de, benim üzüm bağımı gözetsin" gibi sözler görülmektedir. Bağ sözü Türklere biraz daha geç çağlarda girmiştir. Türklere, Soğd-Tacik komşuları yolu ile Batı Türkistan'dan gelen bag veya bağ sözü, Uygur çağında daha çok, bahçe anlayışını karşılıyordu. Uygurlar, bag, borlug, tarıg, yani "bahçe,bağ vetarla" demek yolu ile ekim yerlerini, birbirinden ayırmış oluyorlardı. Onbirinci yüzyıl Türklerinde ise bağ sözü iyice yerleşmiş ve ''üzüm bağı veya üzüm asması" karşılığı olarak söylenmeye başlanmıştır. Bundan sonra,bağ sözü Türk ziraat kültürünün bir malı olmuş ve Orta Asya'dan Anadolu'ya gelen Türkler tarafından da bugüne kadar kullanılmıştır. Türklerin Anadolu'ya gelmeden önce bağcılık kültürü olduğundan Anadolu'ya geldikten sonra üzüm çeşitlerinin sayısını da araştırmışlardır. Çünkü Anadolu'da da çok eski veyerli bir bağcılık kültürü vardı. XI. yüzyıl Orta Asya Türkleri kara üzüm için mesiç üzüm diyorlardı. Taneleri birbirine girmiş ve sıkışmış üzümler için de tıkma üzüm, üzüm koruğuna bazı XI. yüzyıl Türkleri talka veya tarka diyorlardı. Kaşgarlı Mahmud'un Divanı Lugat-It Türk adlı eserinde üzüm ismi aynı kelime ile üzüm olarak geçmektedir."Ol üzüm sıktı", yani o üzüm sıktı, üzüm sıkmakta bir başkası yardım da ediyordu " ol manğa üzüm sıkışdı"demektedir.Yine bu anlamda sıkturdı, "ol üzüm sıkturdı" burada üzüm sıkanbirisininolduğu tahminen de bunun için para karşılığı işçi çalıştırıyorlardı.Üzümlerin sıkma zamanına sıkman denmiştir. Demek ki üzüm sıkılaraksuyu eldeediliyor ve bu sıkılan üzümün suyunu içiyorlar, kaynatıyorlar vepekmez deyapıyorlardı. Buna en güzel delil çuwşadı, çagır çuwsadı yani şırakaynadıve köpüklendi sözleri olup, o üzümünü şıra yaptı manasında "ol üzümniçagırladı", ekşi şıraya da çifşeng çagır demişlerdir. Ayrıca, üzümsıkmaktainsanlar birbirine yardım da ediyorlardı ve üzümler başka birisine desıktırılıyordu. Üzümlerin tanelenmesi anlamında "ol üzümni közedi''denmiştir. Korukların kizarmaya veya üzümlerin olgunlaşmaya başlamasımanasında "talka alardı", üzümün renklenmeye ve olmaya başlamasına ise"üzümönglendi' denmiştir. Asmaya çardak yapıyorlardı ve asma çardağıüzümlendianlamında "badhıç üzümlendi' diyorlard. Üzüm asmasına Xl. yüzyılda bağdeniyordu.Bugün ise üzüm asmasının bulunduğu yere bağ denmektedir. Üzümbağlarına özelbir ağaçtan çardak yapılması üzüm üretimine verilen önemigöstermektedir kibazı Türkler (Kencekler) üzüm salkımına buşinçek adını veriyorlardı.Selçuklular döneminde meyvecilikte en önemli yeri üzüm üretimi işgalediyordu. Et kurutmasında olduğu gibi meyve kurutmalarına da kakdeniyor,erik yarmasına "erük kakı" adı veriliyordu. Fakat meyveler içinde ençokkurutulan üzümdü. Bir besin maddesinin çok kurutulması üretiminin bololduğunun en güzel kanıtı ve kışlık yiyecek hazırlandığının dagöstergesidir. Selçuklular çağında Anadolu'da bağ ve bahçelerde çoksayıdasebze ve meyve yetiştirilmekteydi. Mevlana, Mesnevi adlı eserininbirçokbeytinde meyvelere yer vermiş, "Meyve manadır, çiçek onun sureti, oçiçekmüjdedir, meyve nimet!', bir başka beyitte "Görünüşte dal, meyveninaslıdır,fakat hakikatte dal meyve için var olmuştur" demektedir. Korukhakkında birbenzetmede "Hastalıktan donmuş, kalmış bir koruksun sen, hâlbukikoruklar,şimdi kuru üzüm haline geld sen hala hamsın" demektedir. Bu dönemdemeyvelerbahçelerden sepetlere toplanmakta, bazı meyveler özellikle üzüm ipe veçubuğa dizilerek hevenk yapılmaktadır. Bir beyifte Mevlana, "Birisibaşınabir sepet alıp ağaçlıklardan geçse, sepet silkmeden meyvelerledolardı.Meyve hevenklerı, dallardan aşağılara kadar sarkar, gelip geçenlerinyüzlerine sürtünürdü' demektedir. Pekmez hakkında "Pekmez içinde nekaynatılırsa, pekmez lezzetini alır""Havuç, elma, ayva ve cevizpekmezdekaynatılsa, hepsinde de pekmez lezzeti olur" şeklinde ifadeetmektedir.Günümüzde asma yaprağından yapılan sarma ve dolmalar Türk mutfağınınengözde yemekleri arasındadır. Asma yaprağı da beyitlerde adı geçensebzelerden olup, "Her gece üzüm çotuğunun ucunu yerdı, onunla iftarederdi,yedi yıl bu haldeydi'" Çöllerde asma yaprağı yedim, onunla geçindim"denmektedirTürklerde helvanın esası kavut idi, un ilk önce yağ ile kavrulur vekavutunüzerine de bal, şeker veya pekmez dökülürdü. "Kavutu olan pekmezekatar,aklı olan ise Öğüd tuta," bu eski Türk atasözü Kaşgarlı MahmudtarafındanSelçuk çağının başlarında derlenmiştir. Kavut, "yağa veya pekmezekatılmışve kavrulmuş buğday unu" demektir. Bal ve pekmez kavuta çiğ olarak dakatılabilir ya da bunlarla pişirilmiş de olabilirdi. Talkan iseyalnızcakavrulmuş un karşılığı olarak söylenmiştir. Daha çok buğday ve hububatkavurmak için söylenen bir söz olup, aslında kavrulmuş un ya datahıldır.Kavut sözüne eskiden kagut veya kogut da deniyordu. Talkan, eskiTürklerdekavut anlamında kullanılan ikinci bir sözdür. Loğusa veya yeni doğumyapmışkadınlara sütü çok artırsın diye "darı helvası" yediriliyordu. Buyemek eskiTürkler tarafından darı kavutuna pekmez ya da şeker katılarakyapılıyordu.

22 Temmuz 2009 Çarşamba

AKP İCRAATLARI NE ANLAMA GELİYOR

Daha sade seçmenler ise şu soruyu sormaya başlamışlardı;İktidara gelen bu iktidarla düzelen nedir?Evet şiddetli enflasyon nedeni ile değer kaybeden TL nin ardındaki dört sıfır atılmıştı ama bu durumun Halk üzerindeki etkisi yalnızca psikolojikti.Esasen tüketim pazarında değişen bir şey yoktu.Aksine hayat daha pahalılaşmıştı.Satış piyasası durağanlaşmış,kimsede tüketmek için para olmadığından,diğer bir ifade ile tasarruf edebildiği bir para olmadığından alış veriş yapamaz olmuştu.Hükümet ise bu durağanlığı bir takım bilanço oyunları ile ekonominin parlak başarısı olarak propaganda ediyordu.İşsizlik hat safhaya ulaşıyor,özellikle Anadolu’da halk daha fukaralaşıyor,buna karşılık bazı büyük kentlerde Özellikle üç büyük kente bağımlılığını azaltıyor,daha bağımsız yol izlemeye başlıyordu.Tabi bu Hükümetin başarısı değil,doğrudan yerel küçük sanayinin bilgi ve deneyiminin artmasından kaynaklanıyordu. Yalnız sermaye desteği hükümetin sağladığı özel bankalar kredi sistemi ile gerçekleştiriliyordu.Ancak bunun ardındaki gerçek fark edilmemişti.Zira Bütün bu Özel Bankaların bir çoğu yabancı para babalarının eline geçiyor,hükümet de bunu Devletin itibarının artması neticesi yabancı sermayenin Türkiye’ye gelmesi gibi gösteriyordu.Ama gelen yabacı sermaye Türkiye^ye yatırım yapmaya değil,Türk ekonomisini kendi kontrolleri altına almak için geliyordu.Özelleştirme adı altında o güne kadar kamu vergileri ile kurulmuş kamu iktisadi kuruluşları sözüm ona açık arttırma adı altında öz sermayesinin çok altında ana sermaye nominal değerlerli hisselerinin % 70 veya tamamını yandaşlarına,ileride kendilerine tehlike arz edecek bazı yerli sermaye guruplarına veya yabancılara satmaktan geri durmuyorlardı. Örneğin öz sermayesi 14 milyar dolar olan bir kuruluş ana sermaye hisseleri 1.5 milyar dolara satılabiliyordu.Özel sermayedeki banklar yabancılarla el değiştiriyordu. Yabancıların belli bölgelere yoğunlaşan arazi talepleri sorgu sualsiz ve gerekli araştırma yapılmadan satışı sağlanıyordu.Karşı çıkanlara ise “ ne olacak yani ceplerine alıp gidebilirler mi” gibi abuk yanıtlarla işi geçiriyorlardı.Mülkiyet hakkının ardından neleri getireceğini hiç mi hiç dikkate almıyorlardı.Yer altı kaynaklarının yabancılar tarafından yağmalanmasına göz yumuyorlar,bunu da liberal ekonominin gereği gibi gösteriyorlardı.Ama düşünmüyorlar dı ki bilmem ne kadar hektar arazinin sahibi durumuna giren yabancı bu toprakları kapattıktan sonra devletin kontrolünü dahi engelliyor.Cıvar halkı ekonomik sıkıntıya sokarak şantajla tehditle veya başka yollarla,mallarını ellerinden alıyor ve bu kişileri kendi topraklarında amele olarak çalışmasına neden oluyorlardı. BU ve benzeri ülke bağımsızlığını tehlikeye sokan tavır sergileyen iktidar,sessizce kendi tabanı vasıtası ile başkanlarının konuşmalarının büyüleyici gücünü arttıracak propaganda faaliyetlerini arttırıyorlardı.Bunu yaklaşan ilk seçime kadar gayet planlı bir şekilde uyguladılar.Halk resmen uyutuluyordu.

CUMHURİYETİ KURANLARA KARŞI MONARŞİNİN AYAK SESLERİ(5)

Özal Misyonu gereği Türkiye’nin ademi merkeziyet politikasını bırakarak yerinde yönetim deyimi ile yedi bölge de tüm yetkilerin toplanmasını tasarlıyor.
Muhalefet buna büyük tepki koyuyor,bu plan ikinci defa rafa kaldırılıyor.İkinci defa dedik çünkü birincisi yine Özal’ın devlet bakanı olduğu askeri dönemde O’nun telkinleri ile Asker’ler de böyle bir girişimde bulunmuş ,bunun için bir takım idari birimleri bu şekilde yapılandırmaya çalışmıştı.
Ancak kısa zamanda bu gidişin Türkiye’yi Eski Yugoslavya gibi özerk birimlere ayırabileceği düşüncesine kapılarak projeyi rafa kaldırıyordu.
Dış güçler Sevr de yapmak istedikleri bölmeyi içerideki yandaşları ile yapacaklarını sanırken yine elleri boş dönmüşlerdi.İşte bunu bir kez daha Özal denemiş ancak o da kısmen muvaffak olarak projesinden vaz geçmişti.
Çiftçiler yapılan gerekli gereksiz ithalatlarla zor duruma düşmüş, Kredi maliyetleri arttığından üretim maliyetleri de artmış özellikle küçük ziraatçılar ithal ürünlerin daha ucuz olması nedeni ile işlerini bırakarak,işçilik için kentlere göç etmeye başlamıştı.Çiftçiler büyük hayal kırıklığına kapılmışlardı.Bunlardan istifade eden ayrılıkçı kesim de emperyalist güçlerden maddi destek alarak ülkenin güney doğusunda silahlı propaganda faaliyetlerini arttırdılar.Yani terör estirmeye başladılar.
İşte değişim planının bir parçası daha.Özal sözüm ona bu şekavet olaylarını önlemek amacıyla tarihi gerçekleri saptırarak Azerileri Kürt yapıyor,Annesi tarafının da kürt olduğundan dem vuruyordu.Bu ise ayrılıkçıları azdırıyor.Öte yandan çok önemli bir şey daha yapıyordu.
Dinci Radikal kesime göz kırpıyor,onların ekonomik güçlenmesine yardımcı olmak üzere bir takım devlet ihalelerini şu veya bu şekilde verdirerek devlet eli ile onları besliyordu.Onları illegal örgütlenmelerine göz yumuyordu.Öyle ki annesini ermiş mertebesine getirerek vefatında Süleymaniye camii avlusuna defnettiriyordu. Anlayacağınız İleriye yatırım yapıyordu.Vakıf idareleri hep bu tip müritlerle dolduruluyor,İmam Hatip meslek okullarının sayısının arttırılmasını teşvik ediyor,Daha ötesi Cumhuriyet döneminin ilk başlarından Ülkeden atılan Osmanlı hanedanına iadei itibar yasası çıkararak Osmanlı mallarının(Ki çoğu Saray erkan vakıflarında kayıtlı taşınmazların) kolay el değiştirerek hanedanın ekonomik gücünün artmasını sağlıyordu.
Bu yasa görünürde tüm muhalif görüşlülere bir tür af gibi idi.Aslında hedef Osmanlı Hanedanını ülkeye geri döndürerek hala etkin olduklarını düşündüğü şeriatçı kesimin desteğini sağlamak siyasi gücünü arttırmaktı.Uyguladığı ekonomi politikası nedeni ile döviz rezervleri süratle tüketiliyordu.
İşte bu “önce halkı fukaralaştırmak,sonra hiçbir çıkar yol bulamayan ve Allah’a sığınan insanların dini inançlarını istismar ederek ılımlı İslam devleti yapılanmasını sözüm ona halkın isteğiymiş gibi “ hayata geçirmekti.
Laik cumhuriyet düzenini değiştirmekti.Doğrudan ve radikal bir şekilde bunu yapmaya kalkması Anayasanın değiştirilemeyecek,değiştirilmesi dahi teklif edilemeyecek maddelerine aykırı düşme deliliği olurdu.Çünkü henüz bu anayasa kurlarına sıkı sıkıya bağlı özellikle Silahlı kuvvetler sempati ve güçlerini muhafaza etmekteydiler. Yukarıda bahsettiğimiz yapı değişikliği olurken Ozal Cumhur Başkanı oluyor .Sürec bir süre daha Özal Kontrolünde devam ediyor. ANAP başsız kalıyor ve ülke seçime giderek DYP ve diğer partilerle koalisyon dönemi başlıyor.
28 Şubat olayları patlıyor. RP-DYP koalisyonu son buluyor. RP kapatılma sürecine giriyor. Burada bir bölünme yaşanıyor Milli Görüşçüler arasında bir görüş farklılığı doğuyor ANAP'ı destekleyen Fethullah Gülen ve yandaşları, Süleyman Demirel'e savaş açıyordu...
Çünkü ANAP iktidarı dönemi, Fethullahçılara yaramıştı. Askeri liseler, polis kolejleri ve astsubay okullarında örgütlenmeye başlayan Fethullahçılar, devlet erkindeki etkinliklerini yoğunlaştırdı. Fethullah Gülen'in hedefi şuydu: ''Sandıkla değil, silahlı darbeyle iktidarı ele geçirmek...''.ANAP ortamında palazlanan Gülen Cemaati
İşte bu aşamada . Ancak Recep Tayip Erdoğan Saray ilçesinde güney doğuda yaptığı bir yasa dışı konuşma nedeniyle hapistedir.Aslında bürokratik kesimin şeriat korkutmacası ile şimdiye kadar uyuttukları kesimleri tekrar tahrik etmek ve yeni bir karmaşa ortamı yaratmak için yeni bir ehliyetsiz olduğunu var saydıkları bir kahraman yaratmak için böyle bir mahkumiyet kararı çıkarttıkları ve Özal döneminde Bir gazete köşe yazarının evinde genç Milli görüşçüler diyebileceğimiz bir partinin temeli atılıyor. BU temel de aslan payı Meşrutiyetçi diyebileceğimiz Said-i Nursi cemaati (bir başka açıdan Enver Paşacı diyebileceğimiz ittihat ve terakki uzantısı),İskender Paşa Cami Cemaati diye adlandırabileceğimiz hürriyet ve itilaf partisinin ardılları,Prens Sabahatti’nin Liberal görüş yandaşları ve bir takım 2. Cumhuriyetçi denilen aslında mandacı bir yaklaşım sergileyen kesim yer alıyordu.İşte böyle bir ortamda AKP’nin Recep Tayip Erdoğan Liderliğinde kuruluyor Recep Tayip Erdoğan Yasaklıdır.Yeni Parti programında anayasaya aykırı olan bazı hususlar nedeni ile konu Anayasa Mahkemesi’nde dava açılıyor. Parti Kapandı Kapanacak. Recep Tayip Erdoğan yasaklı olduğundan Kurucu üye dahi olamıyor Partinin başına geçici olarak Cumhur Abdullah Gül getiriliyor. Diğer kanatta Necmettin Erbakan Yasaklı olduğundan Recai Kutan Başkanlığında Saadet Partisi Kuruluyordu. Böyle bir ortamda Türkiye DSP-ANAP ve MHP koalisyonu erken seçim kararı alıyor. Yapılan seçimlerde AKP %25 le Mecliste sistem gereği çoğunluğu alıyor.Diğer Misyon partileri DSP-MHP-DYP-ANAP-S.P ve GP Meclis dışında kalıyor.DSP halk tarafından cezalandırılıyor ve yerine CHP geliyor.Ana muhalefet durumuna düşüyor. AKP Hükümeti kuruyor.Bu arada Genel Başkan ve başbakan olmadan Recep Tayip Erdoğan Bir çok AB ülkesinde ve ABD de kırmızı halılarla devlet başkanı muamelesi ile karşılanıyor.C.Abdullah Gül geçici olarak Başbakanlık yapıyor.Sonra Recep Tayip’in yasağı kaldırılıyor ve buna CHP destek veriyor.Recep Bey Jet Fazıl Lakaplı kişinin Millet vekilliği düşürülüyor ve Recep Tayip yapılan seçim yenilemesi ile Millet vekili oluyor.Görev değişikliği ile Başbakan oluyor. İlk icraatları Vergi affı ile Bazı yandaşları aklandırılıyor .İMF direktifleri yönünde yeni bir vergi tahsilat ağı oluşturuluyor.Bu noktada tüm vergi dairelerinde kadro yenilenmesine gidiliyor.
Maliye çevrelerin de Parti sempatizanı memurlar baskı yaparak merkez bankası yönetimini değiştiriyorlar.Diğer yandan gelişmeler bir tür karşı devrim gibi algılanan boyutlara ulaşıyor,gitgide devletin hizmetinde olanlar,bazı din çevreleri ve cemaatler,hukukçular,sağ görüşlü aydınlar gidişatın demokrasiyi tehdit eder bir durumun oluştuğunu dile getirmeye başladılar.
Ama iktidar demokrasiye ortak uzlaşma kültürü olarak bakmıyor.Parmak hesabı olarak değerlendiriliyordu.Çünkü her ne kadar biz değiştik diyorlarsa da Kafasındaki model 80 küsur yıllık gelenekleşmiş modelden farklı idi. Halkın aydın sayılabilecek kesimi bir şeyin daha farkına varmıştı.Hükümet ne kadar sağlam bir şekilde yerine oturursa totaliter istekleri de kaçınılmaz bir şekilde kendi çıkarları ile çakışacaktı.

5 Mayıs 2009 Salı

Kurt anlayışına her millette rastlanılır. Aynı zamanda kurt motifi dünya edebiyatındaki yaygın motiflerdendir. Birçok halkarda, kurt-bozkurt’un totem hayvanı olarak eski zamanlardan günümüze kadar insanların düşüncelerinde muhafaza edilmiş özel bir ilgi görmüş olmasını, kurt kavramının, o halkların menşeleriyle ilgili düşüncelerinde yerleşmiş olmasına, geçtikleri tarihi yola vb. bunun gibi hususlara bağlayabiliriz.
Kırgız halkının sözlü edebiyatı “Manas” destanının da bulunduğu büyük destanlardan, günümüzdeki Türk Dünyasının yetenekli yazarı Çıngız Aytmatov’un “Kıyamet” romanına kadar kurt motifinin özel edebi motif olarak işlenmesi de gelişigüzel bir olay değildir.
Evet dünya folklorundaki destan geleneğinde ileride kahraman olacak olan kimse, genelde her hangi bir büyülü yardımcı güce rastlar, O güç onu, daha sonraki kahramanlık işlerinde destekleyerek manevi olarak her zaman kuvvet kazandırır. Böylece düşmanlarının karşısında zafere ulaştırır ve her zaman unu, ister savaş meydanında, ister günlük hayatında olsun takip eder, ona eşlik eder.
“Manas” destanını incelediğimizde, bunun bazı örneklerinin korunduğunu fark edebiliriz. Büyük manascı Sagımbay Orozbakov’un varyantında ve onun öğrencilerinin icraasında, Manas çocukluğunda kuzu güderken mitik koruyucu olan kurda rastlar.
“Ne kurdun, ne de bozkurdun daha,
Ne olduğundan haberi yoktu, hala
Henüz basmıştı ki, dokuz yaşına
Ne de ayrılmıştı, otağından uzaklara.. Gördü ki Manas ona baktığında,
Kuzuyu yakaladığı anda,
Sağ bırakmıyordu ama,
Bu da neyin nesidir, hayret? diye,
Çok şaşırdı olan bitenin karşısında.” Manas birlikte oynadığı çocukların içinden büyüğü olan Çegebay’nan
“Bu da nedir?” Diye sorunca, kurt olduğunu söyler.
O zaman Manas “Kurtsa kurttur, bana ne, Karnını doyurunca gider, diye” aldırış etmez. Kuzuyu kaçıran Bozkurdun peşine takılıp:“Buna kurt mu denilirdi?
İnsan kurt yer miydi?” diyerek Manas, kurdun girdiği kaya dibindeki mağaraya girer.
Manas baktığında, kuzunun sağ salim meleyip durduğunu görür. Mağarada “İşlemeli kaftanlar giyen” kırk adama rastlar.
Ve onlara kurdun nereye gittiğini sorunca:
“Adamlar o zaman söyle der:Anla artık, evlat, derler.
Kurt olan biziz, dediler,
Yabancı da sizsiniz dediler.
Hızır İlyas’tır bilirsiniz,
Sizi arıyordu kırk gündür.
Kırklar denir bize dediler.” Sayakbay Karalayev’in varyantında ise:“Kurt olarak kurtulan,Adıdır onun Aleyhi selam. “ denilmektedir. Kırk Çilten (kırklar) mitolojik anlayışta gözle görülemeyen, sihirli güce, özelliğe sahip olan, iyilik ve hayırlar yapan ruhtur! Onlar Manas’a “Hak din olan İslam dinini kabul et” diye öğüt verirler. O an Manas sorar onlara:
“Nasıl olur da siz insanlarDönüşe bildiniz kurda?
Kiminiz kurtsunuz ya da?Söyleyin hemen bana.
Hadi, Bozkurt bir bakıyım,Dikkatimi sonra dağatayım.” Manas’a kırklar:“Tutacak olan kolunuz,Kadir Allah gücüdür,” diye, “Haberdar olunuz,Göğüstedir, kalbiniz ve gönlünüz,Allah’ın sesiymiş diye,
İşte o zaman biliniz!” Diye dua verdiklerinden sonra biri silkinerek Bozkurda dönüşür. Manas “yarısı kurt, yarısı insan mı?” diyerek şaşkın şaşkın orda dururken,
Çegebay peşinden gelip, kırkları ve meleyip duran kuzuyu görünce o da şaşırır. Kırklar Çegebay’ı da sınarlar ve ona
“Manas’a, derdine deva olsun, her zaman ona kut getirsin, diye” Kutu(Kut) Bey ismini verirler. Kırkların reisi kuzuyu kaçıran kurdu Manas’a tanıtırken:
“Kovarak geldiğin işte bu kurt,Kıyamete kadar sana olur dost,
Manas mısın sen kaplanım,
Kıyamet kopuncaya dek.,
Sana verdiğim yoldaşım.
Suy-i kastı olan düşmanın,
Peşine takıldı yine diye,
Haberdar edecektir diye,
Köse kuyruk, kök dangıt (büyümüş erkek köpek),
Peşine takıldı yine diye,Haykırırsan önce girecek diye,…” kaybolurlar.
S. Karalayev’in varyantında da Kırklar “Kurt olarak”, Manas’a rastlar, ok geçirmez, yakası altın, yeni bakır olar zırhı hediye ederek, dua verirler:
“Ateşe koyarsa yanmazsın,
Sel kaplarsa akmazsın
Ruhun sağlam, bakışın güç,
Sana karşı gelenlerin,
Allah izin verirse, hepsini
Yerle dümdüz edersin.
Her şeye kadir olanın
Tek Allah-ü Teala’nın
Bendesi olarak yaratıldın,
Altı şirden farklısın
En küçüğüsün onların,
Kadınperest Bozkurdun
Ereni olarak yaratıldın,
Halk Paşasıdır kaplan
Ereni olarak yaratıldın,
Hem sultan, hem de kağansın,
Armağanısın tek Tanrının,
Ruh-u ala, ism-i azamsın,
Büyüksün Manas hoşgörülü olan.
Belimsin sen bel bağladığım
Allah-ü Teala emriyle yaratılmış olan
Büyük Bozkurt, aslanımsın,”
Manas büyüdüğünde, düşmanlar ile çarpışırken, onunla birlikte savaş meydanına kaplan, aslan, vb. yırtıcı hayvanlar gibi kurt da gelir ve ona destekçi olur, kollar. Kurt vahşi hayvanların içinden en heybetli olanıdır. Eğer başka hayvanlar, örneğin, kaplan, aslan, panter gibileri avını elde etmek için, ilk önce ön ayaklarını kullanıyorsa, kurt direk ağzını kullanmaktadır.
Edebiyatta daha çok destanlarda, kurt, kahramanlı tasvir ederken bir teşbih unsuru olarak çok kullanılmaktadır. Bu Manas destanında da böyledir, örneğin; “Kahraman Manas’ı soruyorsan”, ” O bir Bozkurt döbör (Erkek kurt) idi”, “Kıranın Manas Bozkurda”, “Büyük Bozkurt, aslanımsın” gibi benzetme mısralarına rastlanmaktadır. “Köse kuyruk, Kök-Börü, Bozkurt, milletinin cökörüdür” gibi sıfatlar Manas, Almambet ve Çubak, Sırgak ve Semeteylere yönelik sıkça kullanılmaktadır.
Kısacası, totem dünya görüşünün “Manas” destanında bulunması, destanın eskiliğine işaret etmektedir.
Gerçekten de epik motif olarak Kök-Börü motifi, Türk ve Moğol halklarının destanlarında yaygındır.
Eskinin bir yankısını, yine yukarıda belirttiğimiz gibi Çıngız Aytmatov’un “Kıyamet”romanındaki Börü-ana tipinden açıkça görebeliriz.
Yavrularından ayrılan Akbara (Asena) çaresizce, sızlayıp, içindeki ukdesini kimseye anlatamıyor, “öleyim derse can tatlı” olduğu sırada aynı yüzündeki kurtların tanrıçası,
Börü-Ana ilk defa apaçık görülüyordu. Akbara aydaki tanrıçaya sesinin ulaşabileceğini hissetti:
“Ey, tanrıca, Börü-Ana, bana bak, işte ben, Akbara, soğuk dağların arasında terkedilmiş vaziyette, tek başınayım. Yandım, tükendim! Göz yaşlarım göl olduğunu görüyorsundur? İçim acı acı yanıyor, memelerim sütün taşkınlığından patlamak üzere, kime emzireceğim, yavrularımdan ayrıldım. Nerede yavrularım, başlarına bir şey mi geldi, acaba ne günü görüyorlar?
İn aşağı Börü-Ana, bana gel, benim yanıma otur, birlikte uluyalım, beraberce ağlayalım. Gel buraya, yere İn, kurtların Ana Tanrısı, ben seni doğup büyüdüğüm çöle götüreyim, orada bize, kurtlara yer kalmadı.
Gel buraya, bu kayalı dağların arasına inerek gel. Burada da bize artık yer yok; bize hiçbir yerden yer bulunamayacak gibi geliyor bana….
Eğer inmezsen, Börü-Ana, o zaman, işte beni, zavallı bir duruma düşmüş olan ana kurt-Akbara’ nı yanına al, buralardan götür. Ben de seninle ay yüzünde yaşayım, yer hakkında ağıt söyleyip, ağlayıp oturayım. Ey, Börü Ana-a-a, beni, sesimi duyuyor musun? Dinle dinle, Börü –Ana, dinle benim intizar-ı hararetimi.”
“Akbara niçin aydaki tanrıça, Börü-Anaya yalvarıyor?” gibisinden bir soru sorarak cevaplamaya çalıştığımızda yine bir ilginç bir husus dikkatimizi çekmektedir. Meğer, Akbara boşuna
Börü-Ana’ya insanların acımazlığını, şefkatsizliğini şikayet etmemiş, inlememiştir! Belki, bu Akbara Börü Anaya “bir zamanlar insanlar da kurtlardan meydana gelmemiş miydi”diye önemli bir soru sormakta, Bazarbay, Koçkorbayev gibilerinin, ecdatlarını unutup, daha gözlerini açmamış kurt yavrularını göz kırpmadan annelerinden ayırdıkları vahşetini anlatıyordur!
Türklerin kurttan geldiklerine dair efsanelerin bulunduğunu biliyoruz.L.Gumilev Türklerin yaradılışıyla ilgili örnekler vermiştir. Örneğin, düşmanlar tarafından soykırıma tabi tutulan topluluktan sadece 13 yaşındaki çocuk, kolları ve bacakları kesilerek, bataklığa atılar.
Onu kurt bulur ve ona “şefkat” göstererek onu et ile besler, böylece ölümden kurtarır. Bunu öğrenen düşmanları kurdu öldürmek isterler. Ancak, kurt, kendisini ve çocuğu kurtarmayı başarır. Sonra da Altay dağlarına kaçar. Kurt ondan on oğlan doğurur, ve onlar daha sonra kendilerince bir boyu meydana getirirler.
Türk milletinin edebi yazılı, anıtlarında, folklorunda, destanlarında (“Oğuz-nâme”,“Ergenekon“, “Huuniyey”, “Albınji” vs.) kurdun insan oğlunu kurtarması, ona yardım etmesi, birlikte yaşaması vb. düşünceleri vazıh bir şekilde yansıtılmıştır.
Ç. Aytmatov’un “Kıyamet” romanının finalini hatırlıyoruz: Ne sebepten Akbara, Kenceş’i çiğnemeden kendisiyle beraber götürmek istedi?! Niçin Akbara insanoğluna canı ısındı, kendi yavruları gibi sevesi geldi?! Aytmatov bu epizodu folklordan veya gerçek hayattaki olaylardan almış da olabilir. Fakat, en önemlisi, yazının kurtları romanda başından sonuna kadar tasvir etmesinin maksadı, Türk milletinin menşei hakkındaki bir tezdir diye düşünecek olursak, o zaman finalin tesadüfi olarak ortaya çıkmadığını, tabii olarak eserin iç yapısından gelişerek trajedinin doruk noktasına ulaştığını göreceğiz. Aytmatov’un, kurtları, (Akbara ile Taşçaynar’ı), tamamen bambaşka, orijinal bir şekilde tasvir etmesi, eski milli anlayışa dayanıyor. Dolayısıyla, Türk milletinin kurt hakkındaki efsaneleri yazarın evrensel ve felsefi olarak düşünmesine ilham kaynağı olmuştur. Sonucunu elde etmekteyiz. Demek “börü-karışkır, kurt kavramı”, Türk boylarının mitlerinde, rivayetlerinde ve efsanelerinde rastlanılabilecek, iyilik ve şans getirecek bir “totem” olarak kabul edilebilir. Prof. Abdıldacan AKMATALİYEV Kırgız İlimler Akademisi, Manas Taanuu ve Edebi Kültür Milli Merkezi Müdürü, Bişkek- KIRGIZİSTAN. Türkiye Türkçesine çevirenKalmamat KULAMSHAEVGazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Öğrencisi, Ankara – TÜRKİYE KAYNAKLAR Orozbakov, S., Manas, Bişkek,
Kırgızistan, 1995, 1. Cilt, s. 179.A.g.e., s.
183.A.g.e., s. 184.
Aytmatov, Ç., Kıyamat,
Frunze, Adabiyat, 1988, s, 287.Manas Ansiklopedisi, Bişkek
1995Karalayev. S., Manas, Bişkek 1996, s. 317.
Gumilev L. N., Drevnıye Tyurki., Nauka 1967, s. 23.

13 Mart 2009 Cuma

Konu: Arap'larda kadına nasıl isim konulur. ?

Ahmet Durmaz dostum diyor ki ;
sorun yalnız kadını örtmek veya açmak değil,
sorun kimlik ve kişilik sorunudur, örtünme,peçe bunların yanında zurnanın son deliğidir. Bu ifadesini şu sözlerle delillendiriyor
Araplarda kadınların adları yoktur. Kadınlara ya numara, ya da tip ve fizyolojik görünümlerine göre bir takım sıfatlar verilir.
Örnekler: Elif: Arap alfabesinin birinci harfi, aynı zamanda Arap rakamlarında bir rakamını ifade eder Saniye: Sani Arapça iki demektir doğan ikinci kıza Saniye adı verilir
(eski dilde ikinci; cümle içinde örnek fazında vermek gerekirse 'sultan mahmud-u sani.. yani ikinci Mahmut') Tılte: Telat veya Türkçede selaseden türemedir 3. demektir.
Bu isim Anadolu’da pek görülmez ama Harran’da Araplarda çok bulunur Raba. Arapçada dörttür. Rabia dördüncü demektir.
Anadolu’da yaygın bir addır, geçmişte çile çekmiş bir İslam kadının adıdır. Hamse: Arapça beş demektir
Bu isim Harran yöresi Arapları dışında Anadolu’da pek bulunmaz. Sitte: Harran’da yaygın bir isim olan Sitte Arapça altı demektir Sabe: Arapça yedi demektir, bu kelime çok değişiklik geçirmiş Sabiha olmuş, İbrahim Tatlıses Sabuha ifadesi ile kullanmıştır. Sevgili Ahmet Durmaz sekiz ve dokuz rakamı ile ilgili isim var mıydı bilmiyor ama yediden sonra Arapların yazi ismini koyduklarını söylüyor bu yeter anlamına geliyormuş. Dostumun bilgilendirme mektubu şöyle devam ediyor; Her zaman ilk doğan kıza Elif adı konmaz, Bazen de Ayşe adını koyarlar, eve ilk gelen kıza evin iaşe işlerini çekip çevirecek gözüyle bakıldığı için iaşeden değişme Ayşe adı konulur,bazen aş pişirme beklendiği için Avvaş adı konuşulur. Erken doğan prematüre kıza Hadice adı verilir, Hadice Arapçada erken doğmuş prematür kız anlamına gelir. Çelimsiz ve ufak tefek doğan kızlara Fatma adı verilir,
Fatma Arapçada süt yanığı, süt kesiği anlamına gelir. Koyu renkli doğan kızlara esmer anlamına gelen Semra adı verilir., Biraz açık renkli ise aydınlık açık anlamına gelen Zehra adı verilir,
iyice beyaz ise Beyza adı verilir Bu bilgilerin ışığında hakikaten kadının Arabistan’da veya Araplarda kimlik ve kişilik sorunlarının örtünme, peçe ve çarşafa girmeden daha öncelikli olduğu düşünülebilir. Anadolu’da kadın numaralandırılmaz ve sıfatla çağırılmaz, Türklerde ve Anadolu’da kadın bir şahsiyettir, bir kimliğe sahiptir. Hanımağadır, hanım efendidir, kraliçedir, Tanrıçadır. Arap kültürünün ikinci plana ittiği numaralı veya sıfatlı bir nesne değildir. Bu bilgilerin, Arap yaşamına ve tarzına özenen kadınlarımız tarafından da gözden geçirilmesini dilerim. Türk gibi yaşamak, Anadolu kültürü ile yaşamak kadın kişiliği ve onuru için önemli bir merhaledir.
Posted by Picasa

NEVRUZ-ERGENEKON ppS



 
4646.YENİ YILINIZ KUTLU OLSUN TÜM DÜNYAYA BARIŞ VE MUTLULUK VE BEREKET GETİRSİN.
 
Türklerin Ergenekondan çıkmasının 4646. Yıl dönümü kutlu olsun.
 
Bu Türklerin bilinen takvimidir.
Bayramımıza sahip çıkalım...
__
,_._,___

İskender Kazaz